Perşembe akşamı TRT 2'de yayınlanan Anjelika Akbar'la sohbet programımızda (Bugün 23.30 da tekrarı var) tanıdığım ve dinlediğim ilk dünya ünlüsü piyanist Arthur Rubinstein'dan söz etmiştim. Bir de Küçük Prens'ten. Ertesi gün Küçük Prens'i yılbaşı öncesi yayınlayan Turkuvaz Yayınlarına teşekkür ederken de "Beni ben yapan iki kitaptan biri.. Öteki Cyrano de Bergerac" diye yazmıştım ya..
Sabah işe gelirken hem o Rubinstein konserinden söz eden, hem de Cyrano'nun beni nasıl etkilediğini anlatan, 2010 tarihli yazım aklıma geldi..
Pazar günleri, yeni kuşak okurlarımın görmediği, bilmediği eski yazılarımdan seçtiğim, hem de en sevdiklerimden, bir yazımı sunuyorum ya zaman zaman.. Bir kaç ay evvel, bir pazar o yazıyı tekrar etmiştim, işte...
"Bu tesadüfler o yazımı çağırıyor"dedim ki, kendi kendime.. "Güzellikleri tekrardan zarar gelmez..
İşte "Bir şey var aramızda" diye başlayan ve Öyle bir şeyim var ki alıp götüreceğim" diye biten o yazım..
***
Tanrım, ne güzel gözlerdi bunlar.. Mumların loş ve dalgalı ışıklarının arkasında nasıl hüzünlü bakıyordu etrafa.. Ve ben onlara bakıyordum durmaksızın.. Yaş 23.. Delikanlı çağındaki cevherin dorukta olduğu günler.. O zaman diskolar, barlar, kafeler yok. O zaman kızlar gece çıkmaz.. O zaman ancak hafta sonunda bir arkadaşın evi boşsa, anne, baba bir yere gitmişse, plaklar, pikaplar, Grundig TK 24 teypler ve makara bandlar yüklenir, parti yapılır..
Ben pikabın yanında oturuyorum.. Dans eden çiftler için aralıksız müzik çalma görevini kendi kendime vererek.. Plak değiştirmediğim zamanlarda da sigara içerek.. Kalabalık içindeki yalnız insanların tipik görüntüsüdür bu.. Üstlerine vazife olmayan işlerle uğraşmak ve boş kaldığı zamanlarda, boş kalmamak için sigara üstüne sigara içmek..
O sigara senin o an meşgul olduğunu gösterir..
Neden birisinin yanına gitmediğini gösterir.. Başkasının da senin yanına gelmesini önler.. Özellikle kızlar için.. İstemediği biri dansa kaldırmak isterse, kız sigarasını işaret edip kurtulur..
Niye kalabalık içinde yalnızım..
Niye saatlerden beri dans eden bu çiftlerin arasına karışmıyorum?..
Niye mesela, bu muhteşem hüzünlü gözlerin, benim gibi saatlerdir yalnız oturan ve etrafa bakan sahibesinin önüne gidip "Dans edelim mi" demiyorum..
Cesaretim mi yok?.. Değil..
Mesele cesaret değil.. Mesele benim kendimi bildiğim ilk yaşlarımdan beri yanımda taşıdığım huyum..
Ben kimseden hiçbir şey istemedim hayatta.. Annemden harçlık bile istemezdim..
"Ağabeyin istiyor alıyor" demişti bir gün annem ilkokula giderken..
"Sen niye istemiyorsun? İhtiyacın yok mu?.." "Peki sen niye istemeden vermiyorsun anne?.. Ağabeyime veriyorsun, ihtiyacı var diye.. O zaman benim de ihtiyacım olabileceğini niye düşünmüyorsun?.." Sonra çözdük.. Haftalığa bağladı beni.. İstememe gerek kalmadı..
Neden istemiyorum?.. Çünkü korkuyorum..
Reddedilmekten korkuyorum.. Ne olur reddedilirsem?..
Gururum kırılır..
Gururum!..
O benim her şeyim.. Babam öğretti..
"Her şeyini kaybet, gururunu kaybetme" dedi.. Fazla öğretmiş..
İstemek, gururunu riske etmek olmuş kafamda.. O yüzden istemiyorum.. Bana verilen, bana teklif edilenle yetiniyorum..
Her yerde.. Her konuda..
İşte şimdi de durum bu..
O güzel hüzünlü gözler, partinin başından beri tıpkı benim gibi hiç dans etmeyen birine ait..
Neyse bitti.. Mumlar söndü, ışıklar yandı..
Kapıdan birlikte çıktık o güzel gözlerle..
"Güzel olmanın bir ilahi lütuf olduğunu sanırlar" dedi bana..
"Dikkat ettin mi, bugün bir tek beni dansa kaldırmadılar.. Neden?..
Çünkü erkekler 'Bu güzel kızın mutlak bir sevgilisi vardır, nasılsa.. Yoksa bile, bu güzellik bana yüz verir mi' diye düşünür, gözlerine kestirdiklerinin peşine düşerler. Çirkin şansı dedikleri bu işte.. O zaman da ben hep böyle otururum!." "Ben de aynen öyle düşünürüm" diyemedim tabii..
Bizden birkaç sokak ötede oturuyor..
Ara sıra rastlaşıyoruz yolda..
O müthiş gözler gülümsüyor bana..
Davetkar mı?.. Yok canım bana öyle geliyordur.. Ben de gülümsüyorum..
Tek kelime konuşmadan devam ediyoruz yollarımıza.. Gülümsemeler giderek daha sıcaklaşıyor..
Onu uzaktan bana doğru gülerek gelir görünce, Nahit Ulvi Akgün'ün dizeleri geliyor aklıma, hep.. O zaman, romantik dizeleri ezbere bilir, delikanlılar ya..
"Bir şey var aramızda
Senin bakışından belli
Benim yanan yüzümden
Dalıveriyoruz arada bir
İkimiz de aynı şeyi düşünüyoruz belki
Gülüşerek başlıyoruz söze
Bir şey var aramızda
Onu buldukça kaybediyoruz isteyerek
Ne kadar gizlesek nafile
Bir şey var aramızda
Senin gözlerin ışıldıyor
Benim dilimin ucunda.."
Dilimin ucunda da, çıkmıyor bir türlü, onun gözlerinde hep ışıldarken..
İşte gene geliyor karşıdan.. Bu defa beni görünce resmen koştu yanıma.. Konuştu..
"Arthur Rubinstein'ın konseri var bu hafta sonu.. Sabah erkenden gittim kuyruğa girdim. Sıra bana gelmeden bitti. Sen gazetecisin..
Belki bulabilirsin.. Götürsene beni.." Ben bu biletleri bulurum.. Bulmasam yaratırım..
Arthur Rubinstein dünyanın gelmiş geçmiş en büyük piyanistlerinden biri diye değil.. O muhteşem hüzünlü gözlerle iki saat yan yana oturmak, onun sıcaklığını hissetmek, nefesini duymak için..
Gazeteciyiz ya.. Buldum biletleri tabii..
Nasıl boynuma sarıldı, "Sen bir harikasın" diye..
Gittik.. Tıklım tıklım bir salon.. Merdivenlerde bile insanlar üst üste..
Rubinstein nasıl çalıyor yarabbim.. Ve o müthiş gözler nasıl yakınımda..
Bir kreşendoyla göklere yükseldi piyanonun sesi ve koltuğun kenarında duran elimin üzerinde bir el hissettim.. Onun eli..
Avcunun içiyle benim elimi kavramış, nasıl sıkıyor..
Gözlerine baktım.. Gözleri piyanoda dolaşan o sihirli ellerde..
Kendinden geçmiş adeta..
Kendine geldi.. Gelir gelmez elini çekti.. Çekti ama, kendi koltuğunun kenarına, tam benim elimin yanına koydu..
Bir davet mi bu?.. Bir işaret mi?.. Şimdi ben mi elimi onun elinin üzerine koymalıyım.. Koyarsam..
Çekmezse, her şey başlar.. Peki ya çekerse..
Ya çekerse.. Bunun anlamı "Beni Rubinstein'e götür derken bunu kastetmedim.. Demek sen de o erkeklerden birisin" olmaz mı?..
O güzel gözler, artık bana o tebessümle değil de "Beni hayal kırıklığına uğrattın. Sen de fırsatlardan faydalanma peşindeki erkeklerden birisin" diye bakarsa..
O zaman da ben biterim..
Elini çekerse öleceğim..
Çekmezse, daha çok öleceğim..
Ne yapacağım ben?..
Rubinstein coşmuş, sağ elini, solun üzerinden atlatmış.. Kollar çapraz.. Sağ el soldaki, sol el sağdaki tuşlara basıyor.. Ben gözümün ucu ile, benim elimle onun eli arasındaki birkaç milime bakıyorum..
Sıcaklığını hissettirecek kadar yakın, dokunulmayacak uzak mesafeler yaratan birkaç milime..
Kafamdaki çatışma bitmedi.. Konser bitti.. Evine bırakıyorum, kapının önünde teşekkür ederken, "Böyle güzel konserlere hep gidelim olur mu" dedi..
Rubinstein bir daha Türkiye'ye gelmedi..
Deliler gibi sevdiği kadına, sıcaklığını hissedecek kadar yakın, ama dokunamayacak kadar uzak yaşayan Şövalye Cyrano de Bergerac'ın, bana da "Neden" diyeceklere en güzel yanıt olacak, ölüm anını, final dizelerini taşıyan kitap, hep kitaplığımda, hep elimin altında, hep yalnızlığımda oldu..
Bugün, yatak odamda, yatağımın başında durur, hâlâ kitap. Hâlâ açar okurum, uykusu kaçan gecelerimde..
Cyrano'nun son sözleri, hep beynime çakılı kalacak.
"Her şeyimi koparın, bekletmeyin ölümü:
Alnımdaki defnemi, göğsümdeki gülümü
Koparıp alın! Fakat size rağmen, bir şeyim,
Öyle bir şeyim var ki, alıp götüreceğim.
Ve bu akşam çıkınca Allahın huzuruna,
Yedi kat gökyüzünün o masmavi nuruna,
Eşikte selam verip karışacağım zaman Yanımda bulunacak.
Allahıma buradan
Lekesiz, buruşuksuz onu götürüyorum!
Evet, ne yapsanız da..
..Bu benim..
..Gururum!."
***
Bir hazine kitap...
Serpil Bacı, bizim ailenin sanatçısıdır.
Ailede pek çok kadını da sanata bulaştıran odur. Ankara yıllarımızda, Sovyetler Birliği'nden kaçıp, dolaşa dolaşa Ankara'ya gelen büyük Üstad Nimetullah Gerasim'den aylar, yıllar süren dersler alarak, resim sanatının derinlerine daldı. Telefon etti bana.. "Harika bir kitap buldum. Onu yazacağım ama biraz fazla 'Sanat Yazısı' olacak dedi.. "Yaz" dedim, "Sanatın fazlasından zarar gelmez.
Meraklısı okur zaten.." ..Ve Bacı'nın "Sanat" yazısı geldi.
Buyrunuz efendim!.
***
2012 yılında, Yapı Kredi Yayınları bir kitap yayımladı: "1000 Muhteşem Resim..." Muhteşemdi gerçekten... Rönesans'tan günümüze resim sanatı... Örnekleri ve nefis anlatımıyla...
2019 yılında, Zedya Kitap, dizinin ikinci kitabıyla daha da büyük bir sürpriz yaptı:
"1000 Muhteşem Desen.." Desen mi? Sanat mı sayılmaya başladı, deseniz? Ne zamandan beri?
İlk bakışta akla gelen benzer soruların yanıtı, kitabın arka kapağındaydı:
"Uzun bir süre boyunca resmin üvey evladı gibi görülen desen sanatı, son zamanlarda parlak bir konum kazanmaya başladı." Gerçekten de son yıllarda dünyanın en ünlü sanat müzeleri ve galeriler, salonlarında asırlar boyu bir ön çalışma, eskiz muamelesi gören desen sergilerine yer verince, çizgi sanatsal bir boyut kazanmaya başladı.
Desen, resim sanatının temeli olarak nitelendi.
Sanatçının kafasındaki, karşısındaki, doğadaki kompozisyonun kağıt ya da tuval üzerindeki ilk yansıması olarak kabul edildi.
Renksiz, ışıksız, gölgesiz kurşun kalem ya da kömürle çizilen tek çizgi, sanatçının temel yorumu olarak belgelendi.
İşte, 1000 Muhteşem Desen, Rönesans'tan başlayarak günümüze kadar, her yüzyılı kapsayan bölümler halinde deseni inceliyor, yorumluyor ve örnekliyor.
Erken Rönesans döneminin Floransalı ressamlarından Cennini, desenin kurşun kalem ve hafif çizgilerle, gün ışığını elin sol tarafına alarak çizilmesini ama bir hata yapıldığında da bir kağıdın parça ekmekle ovalanarak temizlenmesi gerektiğini belirtiyor.
Desen ve eskiz farkı ilk kez 18.
Yüzyıl'da vurgulanırken, 19.Yüzyıl, geleneksel akademik görüşlere karşı çıkmanın kapılarını aralıyor. Kitaptaki en ilginç örneklemelerden biri, bu döneme ait...
Devreye bir şair giriyor. Hem de tanınmış Fransız şairi Charles Baudelaire...
Kompozisyonun modelden değil, sanatçının kafasından kaynaklanması gerektiğini söylüyor:
"Desenciler filozof, koloristler (renkçiler) ise, destansı şairlerdir" diyerek...
Ve 19.Yüzyıl romantiklerinin savunduğu özgürlük, 20. Yüzyıl'da yepyeni, değişik sanat akımlarını ve grupları yaratıyor.
Tanınmış İsviçreli ressam Paul Klee, "Eskiden ressamlar dünyada görülmesi gerekeni, insanların sevdiği veya görmek istediklerini yaparlardı. Artık görünmeyen gerçeklerin, görünenlerden daha fazla olduğu düşüncesi gündemdedir" diyerek, avant-garde (öncü) sanatın döneme egemen olacağını fark etti. Dediği gibi de oldu.
Kitabı okuduğum sürece, on yıl atölyesinde birlikte çalıştığım, resim yaptığım çok değerli hocam, üstat Nimetullah Gerasim'i andım. Türk asıllı bir Rus'tu ve St. Petersburg Sanat Akademisi'ni bitirmişti.
Tıpkı kitapta yazılanlar gibi beni, haftalarca, önce kömür, sonra kömür ve tebeşir, sonra da kömür ve tebeşirin yanına kahverengiyi ekleyerek çalıştırmış, çizgiyi, deseni, ışığı ve gölgeyi öğretmişti.
"Resmin temeli bu!" diyerek..
***
Pazar Neşesi
Küçük Temel'in annesiyle babası, pazar sabahı kasabaya, panayıra inmişlerdi.
Evde küçük kız kardeşiyle kalan Temel'in az sonra canı sıkıldı..
Kardeşini de alıp, dereye balık tutmaya gitti.
Akşam evde annesine dertlendi.
"Bir daha asla kardeşimle balığa gitmeyeceğim.
Bir tane bile tutamadım." "Bir dahaki sefere, götürürken ona sessiz olmasını sıkı sıkı tembihle" dedi, annesi.. "Yaptığı gürültüyle bütün balıkları kaçırmıştır."
"O değil" dedi, Küçük Temel.. "Bütün yemleri yedi!."
***
Faruk Nafiz'den...
Annesi dün Zeynebe
"Melek yavrum!" diyordu
İşitince bu sözü
Kız merak etti sordu:
-Melek yavrum ne demek?
Doğrusu anlamadım.
Melek kanatlı olur;
Hani benim kanadım?
Cevap verdi annesi:
- Üç yavrum daha vardı
Onlar kanatlanarak
Elimden uçmuşlardı.
Hepsi yalnız bıraktı Bu talihsiz kadını
Bari sen uçma diye Kopardım kanadını!
Faruk Nafiz Çamlıbel
***
Latin Sözleri
"Aut amat aut odit mulier, nil est tertium."
"Kadın ya sever, ya da nefret eder. Üçüncü hali yoktur."
Publilius