Bugün 2 Eylül.. 26 Ağustos sabaha karşı, Mustafa Kemal'in "Ordular, İlk Hedefiniz Akdeniz'dir!. İleri!." emri ile Afyon'dan başlayan Büyük Taarruz hızla devam ediyor.
Ordular, bir hafta sonra 9 Eylül'de İzmir'e girecek ve "Akdeniz" hedefini gerçekleştirecekler..
17 Eylül'de de Bandırma'da olacaklar, kalanları temizlemek için... Ve Bandırma'yla beraber, Uluç neslini de kurtaracaklar. Ailenin tek erkek çocuğu babam daha 12 yaşında çocuk ve kaçan Yunanlılar'ın ateşe verdikleri camide hapsettiği kadın ve çocuklardan biri.
Kapılar zincirle bağlanmış. Süvariler yetişmese, yanacak veya dumandan ölüp gideceklerdi hepsi..
Şimdi, O Bandırma'da ben çocukken bu defa, Atatürk'ün orduları tarafından kurtarılan babamdan ve her cumartesi annemin hazırladığı lezzet sofrasında buluştuğu yakın arkadaşları Aslan (Alpaslan Türkeş) ve Ahmet (Ellezoğlu) Amcalardan dinleye dinleye ezberlediğim şiiri sunuyorum size, Büyük Taarruz'u bir kez daha anmak, o Bandırma Gecelerini de bir kez daha yaşamak için..
Nâzım'ı okurlardı, Babamlar, ezberden.. Kuvayi Milliye Destanı'ndan Saatler bölümünde, hele Aslan Amca'nın davudi sesi o içki sofrasına oturması yasak, kenardaki divandan dinleyen ağbimle beni nasıl etkilerdi.. O geceyi Kocatepe'de yaşardık her defasında..
Nâzım Hikmet'in Kuvayi Milliye Destanı 8 bölümden oluşur. Babamların ezber okuduğu, Büyük Taarruz'u anlatan son bölümdür..
"Saatler" bölümü..
Bugünün gençlerinin kaçı okudu acaba?. Kaçı ezberledi?. Bilemem.. Ama okusunlar istedim. Kesip ceplerine koysunlar istedim..
Kuvayi Milliye
Sekizinci Bab
İki Otuzdan Beş Otuza Kadar
Saatler
ve İzmir Rıhtımından Akdeniz'e bakan nefer
Saat 2.30.
Kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır, ne ağaç, ne kuş sesi,
ne toprak kokusu vardır.
Gündüz güneşin, gece yıldızların altında kayalardır.
Ve şimdi gece olduğu için ve dünya karanlıkta daha bizim, daha yakın, daha küçük kaldığı için ve bu vakitlerde topraktan ve yürekten evimize, aşkımıza ve kendimize dair sesler geldiği için kayalıklarda şayak kalpaklı nöbetçi okşayarak gülümseyen bıyığını seyrediyordu Kocatepe'den dünyanın en yıldızlı karanlığını.
Düşman üç saatlik yerdedir ve Hıdırlık-tepesi olmasa Afyonkarahisar şehrinin ışıkları gözükecek.
Kuzeydoğuda Güzelim-dağları ve dağlarda tek tek ateşler yanıyor.
Ovada Akarçay bir pırıltı halinde ve şayak kalpaklı nöbetçinin hayalinde şimdi yalnız suların yaptığı bir yolculuk var:
Akarçay belki bir akar su, belki bir ırmak, belki küçücük bir nehirdir.
Akarçay Dereboğazı'nda değirmenleri çevirip ve kılçıksız yılan balıklarıyla Yedişehitler kayasının gölgesine girip çıkar.
Ve kocaman çiçekleri eflâtun kırmızı beyaz ve sapları bir, bir buçuk adam boyundaki haşhaşların arasından akar.
Ve Afyon önünde Altıgözler Köprüsü'nün altından gündoğuya dönerek ve Konya tren hattına rastlayıp yolda Büyükçobanlar Köyü'nü solda ve Kızılkilise'yi sağda bırakıp gri.de Düşündü birdenbire kayalardaki adam kaynakları ve yolları düşman elinde kalan bütün nehirleri.
Kim bilir onlar ne kadar büyük, ne kadar uzundular?
Birçoğunun adını bilmiyordu, yalnız, Yunan'dan önce ve Seferberlik'ten evvel Selimşahlar Çiftliği'nde ırgatlık ederken Manisa'da geçerdi Gediz'in sularını başı dönerek.
Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki şayak kalpaklı adam nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden güzel, rahat günlere inanıyordu ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında, birdenbire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saatı sordu.
Paşalar : "Üç," dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar, eğildi, durdu.
Bıraksalar ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak Kocatepe'den Afyon Ovası'na atlıyacaktı.
Saat 3.30.
Halimur - Ayvalı hattı üzerinde manga mevziindedir.
İzmirli Ali Onbaşı (kendisi tornacıdır) karanlıkta göz yordamıyla sanki onları bir daha görmiyecekmiş gibi baktı manga efradına birer birer:
Sağda birinci nefer sarışındı.
İkinci esmer.
Üçüncü kekemeydi fakat bölükte yoktu onun üstüne şarkı söyliyen.
Dördüncünün yine mutlak bulamaç istiyordu canı.
Beşinci, vuracaktı amcasını vuranı tezkere alıp Urfa'ya girdiği akşam.
Altıncı, inanılmıyacak kadar büyük ayaklı bir adam, memlekette toprağını ve tek öküzünü ihtiyar bir muhacir karısına bıraktığı için kardeşleri onu mahkemeye verdiler ve bölükte arkadaşlarının yerine nöbete kalktığı için ona "Deli Erzurumlu" derdiler.
Yedinci, Mehmet oğlu Osman'dı.
Çanakkale'de, İnönü'nde, Sakarya'da yaralandı ve gözünü kırpmadan daha bir hayli yara alabilir, yine de dimdik ayakta kalabilir.
Sekizinci, İbrahim, korkmıyacaktı bu kadar bembeyaz dişleri böyle tıkırdayıp birbirine böyle vurmasalar.
Ve İzmirli Ali Onbaşı biliyordu ki: tavşan korktuğu için kaçmaz kaçtığı için korkar.
Saat 4.
Ağzıkara - Söğütlüdere mıntıkası.
On ikinci Piyade Fırkası.
Gözler karanlıkta, uzakta.
Eller yakında, makanizmalar üzerinde.
Herkes yerli yerinde.
Tabur imamı mevzideki biricik silâhsız adam: ölülerin adamı, kırık bir söğüt dalı dikerek kıbleye doğru, durdu boyun büküp el kavuşturup sabah namazına.
İçi rahattır.
Cennet, ebedî bir istirahattır.
Ve yenilseler de, yenseler de âdâyı, meydânı gazadan o kendi elleriyle verecektir Cenâbı rabbülâlemîne şühedâyı.
Saat 4.45.
Sandıklı civarı.
Köyler.
Sarkık, siyah bıyıklı süvari, çınar dibinde, beygirinin yanında duruyordu.
Çukurova beygiri kuyruğunu karanlığa vuruyordu: dizkapaklarında kan, kantarmasında köpük...
İkinci Süvari Fırkası'ndan Dördüncü Bölük, atları, kılıçları ve insanlarıyla havayı kokluyor.
Geride, köylerde bir horoz öttü.
Ve sarkık, siyah bıyıklı süvari ellerinin tersiyle yüzünü örttü.
Karşı dağlar ardında, düşman elinde kalan bir başka horoz vardır: baltaibik, sütbeyaz bir Denizli horozu.
Düşmanlar herhal onu çoktan kesip çorbasını yapmışlardır...
Saat beşe on var.
Kırk dakka sonra şafak sökecek.
"Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak".
Tınaztepe'ye karşı Kömürtepe güneyinde, On beşinci Piyade Fırkası'ndan iki ihtiyat zabiti ve onların genci, uzunu, Darülmuallimin mezunu Nurettin Eşfak, mavzer tabancasının emniyetiyle oynıyarak konuşuyor:
-Bizim İstiklâl Marşı'nda aksıyan bir taraf var, bilmem ki, nasıl anlatsam, Âkif, inanmış adam, fakat onun, ben, inandıklarının hepsine inanmıyorum.
Meselâ, bakın:
"Gelecektir sana vaadettiği günler Hakkın." Hayır, gelecek günler için gökten âyet inmedi bize.
Onu biz, kendimiz vaadettik kendimize.
Bir şarkı istiyorum zaferden sonrasına dair.
"Kim bilir belki yarın..." Saat beşe beş var.
Dağlar aydınlanıyor.
Bir yerlerde bir şeyler yanıyor.
Gün ağardı ağaracak.
Kokusu tütmeğe başladı:
Anadolu toprağı uyanıyor.
Ve bu anda, kalbi bir şahan gibi göklere salıp ve pırıltılar görüp ve çok uzak çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak bir müthiş ve mukaddes mâcerada, ön safta, en ön sırada, şahlanıp ölesi geliyordu insanın.
Topçu evvel mülâzımı Hasan'ın yaşı yirmi birdi.
Kumral başını gökyüzüne çevirdi, kalktı ayağa.
Baktı, yıldızları ağaran muazzam karanlığa.
Şimdi bir hamlede o kadar büyük, öyle şöhretli işler yapmak istiyordu ki bütün ömrünü ve hâtırasını ve yedi buçukluk bataryasını ağlanacak kadar küçük buluyordu.
Yüzbaşı sordu:
- Saat kaç?
- Beş.
- Yarım saat sonra demek...
98956 tüfek ve şoför Ahmet'in üç numrolu kamyonetinden yedi buçukluk şnayderlere, on beşlik obüslere kadar, bütün âletleriyle ve vatan uğrunda, yani, toprak ve hürriyet için ölebilmek kabiliyetleriyle Birinci ve İkinci ordular baskına hazırdılar.
Alaca karanlıkta, bir çınar dibinde, beygirinin yanında duran sarkık, siyah bıyıklı süvari kısa çizmeleriyle atladı atına.
Nurettin Eşfak baktı saatına:
- Beş otuz...
Ve başladı topçu ateşiyle ve fecirle birlikte büyük taarruz...
Sonra.
Sonra, düşmanın müstahkem cepheleri düştü.
Bunlar:
Karahisar güneyinde 50 ve doğusunda 20-30 kilometredeydiler.
Sonra.
Sonra, düşman ordusu kuvâyi külliyesini ihâta ettik Aslıhanlar civarında 30 Ağustos'a kard. a Sonra.
Sonra, 30 Ağustos'ta düşman kuvâyı külliyesi imha ve esir olundu.
Esirler arasında General Trikopis:
Alaturka sopa yemiş bir temiz ve sırmaları kopuk frenk uşağı...
Yaralı bir düşman ölüsüne takıldı Nurettin Eşfak'ın ayağı.
Nurettin dedi ki : "Teselyalı Çoban Mihail," Nurettin dedi ki : "Seni biz değil, buraya gönderenler öldürdü seni..." Sonra.
Sonra, 31 Ağustos günü ordularımız İzmir'e doğru yürürken serseri bir kurşunla vurulan Deli Erzurumluydu.
Devrildi.
Kürek kemikleri altında toprağı duydu.
Baktı yukarı, baktı karşıya.
Gözler hayretle yandılar: önünde, sırtüstü, yan yana yatan postalları her seferkinden kocamandılar.
Ve bu postallar daha bir hayli zaman üzerlerinden atlayıp geçen arkadaşların arkasından seyredip güneşli gökyüzünü ihtiyar bir muhacir karısını düşündüler.
Sonra...
Sonra, sarsılıp ayrıldılar birbirlerinden ve Deli Erzurumlu ölürken kederinden yüzlerini toprağa döndüler...
Solda, ilerdeydi Ali Onbaşı.
Kan içindeydi yüzü gözü.
Bir süvari takımı geçti yanından dörtnala.
Kaçanı kovalamıyordu yalnız ulaşmak da istiyordu bir yerlere ve sadece kahretmiyor yaratıyordu da.
Ve kılıçların, nalların, ellerin ve gözlerin pırıltısı ardarda çakan aydınlık bir bütündü.
Ali Onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü ve şu türküyü duydu :
"Dörtnala gelip Uzak Asya'dan Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim.
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak ve ipek bir halıya benziyen toprak, bu cehennem, bu cennet bizim.
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın, yok edin insanın insana kulluğunu, bu dâvet bizim...
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine, bu hasret bizim..." Sonra.
Sonra, 9 Eylül'de İzmir'e girdik ve Kayserili bir nefer yanan şehrin kızıltısı içinden gelip öfkeden, sevinçten, ümitten ağlıya ağlıya, Güneyden Kuzeye, Doğudan Batıya, Türk halkıyla beraber seyretti İzmir rıhtımından Akdeniz'i.
Ve biz de burda bitirdik destanımızı.
Biliyoruz ki lâyığınca olmadı bu kitap, Türk halkı bağışlasın bizi, onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çokturlar;
korkak,
cesur,
câhil,
hakîm
ve çocukturlar
ve kahreden
yaratan ki onlardır,
kitabımızda yalnız onların mâceraları vardır...
Nâzım HİKMET
(939 İstanbul Tevkifanesi, 940 Çankırı Hapisanesi, 941 Bursa Hapisanesi.)