Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HINCAL'IN YERİ HINCAL ULUÇ

İşte, tarih, baharat ve et kokan dünya favorisi caddemiz!.

Dünyaca ünlü The New York Times Gazetesi her pazar, basılı gazete ve sanal NYT ile milyonlara ulaşan Travel/ Seyahat ekinde (19 Nisan Pazar) "En Favori Caddeler" konusunu kapak yapmıştı. NYT seyahat yazarları dünyanın en favori 12 caddesini seçmişler ve üç tam sayfada anlatmışlardı.. Dünyanın en favori 12 caddesinden biri, benim adını ilk defa duyduğum İstanbul İtfaiye Caddesi'ydi.
Gazete sayfanın manşetine İtfaiye Caddesi'ni almıştı üstelik. Susan Fowler imzalı yazının başlığı şöyleydi..
"Bir hızla değişen İstanbul'un telaşından bir dünya uzaktaki İtfaiye Caddesi!.."

Hemen İstanbul uzmanı, Üstat Radi Dikici'yi aradım. "Bizans'a ara ver, İstanbul'a gel, şu İtfaiye Caddesi'ni bir de senden okuyalım" dedim. Geçen hafta sonu, üç hafta sürecek bir yazı dizisi ile çıkageldi üstat..
İşte İstanbul uzmanı Üstat Radi Dikici'nin kalemi ile, "İstanbul'un telaşından bir dünya uzaktaki" caddemiz. başlıyor. Üç haftalık yürüyüşe hazır mısınız?.

***

İstanbul İtfaiye Teşkilatı'nın da yer aldığı, İtfaiye Caddesi hakkındaki anılarım biraz acıklı idi. Çünkü Nisan'ın son haftasında, itfaiyenin tam karşısında, bugün Fatih'in heykelinin bulunduğu ve bir de Belediye Sarayı'nın tam karşısında ve Şehzadebaşı Camii'nin önünde bulunan alanda, tümüyle ahşap genellikle üç katlı şirin mi şirin bir kaç yüz binanın, zamanın başbakanı ve genelkurmay başkanının nezaretinde yıkıldığına, yüreğim sızlayarak izlemiştim. Çünkü 2 Mayıs 1960 günü Belediye Sarayı'nda NATO toplantısı yapılacaktı. Bunu kafamın arkasına iterek 9 Mayıs Cumartesi günü ses kayıt cihazımı, fotoğraf makinamı ve not defterimi alarak yola düştüm. Yaptığım planlamaya göre önce tarih kokan İtfaiye Müzesi'ni ziyaret ederek başlayacaktım. Sultan Abdülaziz zamanında Beyoğlu'nda çıkan yangında 3 bin ev yanınca mevcut itfaiye teşkilatının yetersiz olduğu görülmüş ve bir heyet Avrupa'daki itfaiye sistemlerini inceleyerek en uygununun Macarlarda olduğunu tespit etmişti. Bunun üzerine Kont Szechenyi İstanbul'a davet edilerek paşa unvanı verilmiş o da 1871 yılında 4 taburlu itfaiye alayı kurmuştu. 1998 yılında İtfaiye Müzesi'ne de Paşanın adı verilmişti.
Görmek nasip olmadı. İtfaiye yetkilileri müzenin Beşiktaş'a taşındığını söyledi.
Esas İtfaiye Caddesi, Valens veya Bozdoğan Kemerini geçince başlıyordu. Diğer bir ifade ile İtfaiye Caddesi ile Valens Kemeri iç içe idi. Onu da okurlara tanıtmadan geçemezdik.
Valens veya Bozdoğan kemerinin inşasına, o zamanki adıyla Konstantinople'un su ihtiyacını karşılamak üzere İmparator Büyük Konstantin (306-337) zamanında başlandı.. Amaç Trakya'nın su rezervlerinden yararlanmaktı. Yaklaşık 250 km uzunluğundaki kemerin inşası 30 yıldan fazla sürdü ve İmparator Valens (364-378) zamanında tamamlanıp 374 yılında kullanıma açıldı. Bu nedenle kemer onun adıyla anılmaktadır.
Bugün kemerin sadece, İstanbul Üniversitesi'nden Fatih Camii'ne kadar uzanan 921 metrelik kısmını görebiliyoruz.
Kemerin altından geçip İtfaiye Caddesi'ne girdiğimizde gerçekten şaşırtıcı bir görüntü ile karşılaştım. Sağ tarafta Şeref Büryan Kebabı salonu ile başlayan cadde esas itibariyle trafiğe kapalı. Sağ ve sol bölüm arasında sadece yayaların faydalandığı 50 metre açıklık var.
Cadde hakkında ilk izlenim için sağ taraftan yürüyüp, sol taraftan geri dönerek tüm caddeyi görmek istedim. Tahminime göre yaklaşık 400 metre gidince yol bitti. Ancak caddenin, sağ tarafındaki bölüme bağlı, Ümmü Gülsüm Camii'nden başlayarak yaklaşık 100 metrelik bir uzantı vardı. Ama genişliği sadece 10 metreydi.
Sol taraftan başlangıç noktamıza döndüğümde şaşırtıcı bir durumu keşfetmem zor olmadı. Caddenin yüzde 75'inde et ticareti yapılıyordu. Bunlardan yarısı kasap, yarısı et lokantaları idi. Geri kalan kısmın çoğunda baharatçılar ve az sayıda da bal satan dükkanlar vardı.
Ancak sadece satış yapanlar bunlar değildi. El arabalarında sebze ve benzeri şeyleri satanlar ve minik ama sabit tezgahlarında tütün pazarlayanlar caddenin ayrı bir rengi idi.
Ama ortada garip bir durum vardı. Ticari faaliyetin bu kadar yoğun olduğu caddede sistemin yapısına aykırı bir durum göze çarpıyordu. Çünkü caddede tek bir banka şubesi yoktu. Yine sağ taraftan başladım. Şehirde gördüğümüz kasaplardan hayli farklı satışların yapıldığı, Kardeşler Et ve Sakatat Şarküteri'ye girdim. Beni sahibi Cemal Gülsün karşıladı. Amacımı anlattım ve kayıt cihazını çıkararak sattıklarını ama esas itibariyle mumbar dolmasını sordum.
"Biz esasında Diyarbakırlıyız. Burada et, ciğer ve mumbar dolması için kuzu ve dana bağırsakları satıyoruz. Mumbar dolması için, bağırsakların içi ve dışı iyice yıkanır. Sonra içine doldurulacak harç hazırlanır. Onun için pirinç veya bulgur, kıyma, soğan, toz ve karabiber ve salça yoğrulur ve baharat eklenir. Bu harç bağırsakların içine doldurulur. Sonra su dolu tencereye konup pişirilir. İşte size nefis mumbar dolması."
Teşekkür edip yola devam ettik.
Minik ve son derece şirin Hüsambey Camii'nin önünde bana karşıdan kuşkonmaz izlenimini veren bir bitki olan tezgaha yaklaştım. Satıcıya ismini sordum. Söyledi. Konuşmaya başladık..
"- Bunlar nedir?"
"- Işkın." (Birkaç tekrardan sonra şive nedeniyle, söktüm.)
"- Galiba isminizi sormayı unuttum."
Söyledi.
O ara yardımcım Yakup ona gazetede çıkacağını söyledi.
"- Bunlar neye yarıyor?"
"- Şeker hastalığına."
Aksilik ya, söylediği adı unuttum.
"- Af edersiniz, isminiz neydi?" diye üçüncü kez sorunca sonra patladı.
Eliyle de aynı işareti yaparak, "Get be! Bir de gazatada yazacakmış sen daha bir ismi aklında tutmayı beceremiisin."
Resmen kovulmuştuk.
"Bak," dedim. "Salih Ekinci, dönüşte senden ışkın alacağım, bilesin."
Bana inanmaz gözlerle baktı. Sadece üstüne basa basa iki kelime söyledi.
"Sadık... Sadık..."
Saat 16.30 olmalıydı. En son görüşme yerinden çıktıktan sonra artık ayrılacaktık. Tabii ışkını unutamazdık.
Yaklaşınca, "Hadi bakalım Salih Ağa, şu bizim ışkını veresin."
Eline bir poşet aldı. Suratı daha da çok asılarak ışkınları döver gibi doldurmaya başladı. Tam yarısına gelince birden durdu. İlk defa suratında bir gülümseme ifadesi belirdi. Bana döndü.
"- Benimle şaka ediisin değil mi?"
"- He ya, Sadık Ağa," dedim. Koluna girdim, tezgah arkasına geçtik ve fotoğrafımız çekildi.
(Birinci bölümün sonu.)

YAZARIN BUGÜNKÜ DİĞER YAZILARI
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA