Mesut Yılmaz başbakan olduğuna göre doksanlı yıllar.. New York'un dünyaca ünlü Lincoln Center adlı salonunda Modern Folk Üçlüsü olarak konser vereceğiz. Ben sunuyorum. Nükhet Duru konuğumuz. Gecenin onur konuğu ise salonda olacak. Türkiye Başbakanı Mesut Yılmaz.. O da New York'ta ayni günlerde.
Konser günü erkenden Lincoln Center'e gittik. Modern Folk'un çok karmaşık bir ses düzeni var. Seslere ayrı, sazlara ayrı mikrofon.. Üçlüye eşlik eden sazlara ayrı mikrofon.. Bu ses düzeninin iyi kurulması lazım, daha da önemlisi iyi de ayarlanması lazım ki, sesler iyi çıksın. Hele o gün, iyice önemli bizim için.. Lincoln Center'de çalıyorsun, dünyada kaç kişiye nasip olmuş ki..
Lincoln Center'in özel ses düzencileri var. Başkasının el sürmesi yasak. Niye?. Sendika izin vermiyor.. Amerika'da sendika tanrı.. Hani kapitalist ülke ya..
Adamlar mikrofonları döşeme işine başladılar. Kablolar birer birer çekiliyor, mikrofon çubukları yerleştiriliyor. Mikrofonlar yerine takılıyor, filan, filan, filan.. Öyle de titiz çalışıyorlar ki.. Bir şey eksik oldu mu, baştan başlıyorlar..
Biz de salonun ilk sıralarında oturmuş bekliyoruz ki, "Tamam" diyecekler, sahneye çıkıp sound check denen işi yapacağız. Yani ses kontrolü.. Çocukların ve sazların sesleri, dengeli geliyor mu, salona doğru yayılıyor mu falan filan.. Ardından da kısa bir prova..
İş bir türlü bitmedi, o sırada saat beş oldu.. Yani kilise çanı gibi.. Tam beşte herkes elindeki işi olduğu yerde bıraktı.
"Ne oluyor" dedik.. "Mesai bitti" dediler.. "Bre aman.. Şunun şurasında üç beş dakikalık iş kaldı. Tamamlayın da biz kontrol yapalım.."
"El süremeyiz" dedi, ustabaşı.. "Mesai bittikten sonra bir dakika çalışırsak, sendika bizi ihraç eder. Bir daha da iş bulamayız.."
"Yahu akşam konsere başbakan gelecek.. Aman.."
"Mümkün değil" dedi adamlar..
"Peki siz gidin. Bizim bu işten anlayan arkadaşlarımız var, onlar bağlar. Provamızı yaparız.."
"Hayır, siz de gideceksiniz. Burada herkesin mesaisi bitti. Kapılar kapanacak.."
"Peki konser ne olacak?."
"Konserden bir saat önce geleceğiz gene.. Eksik mikrofonları bağlarız.."
"Siz bağlarsınız da, bir saat önce kapılar açılacak, içeri seyirci girecek. Biz ses kontrolünü ve provayı nasıl yapacağız?."
"O sizin sorununuz" dedi, buz gibi bir sesle ustabaşı ve çekti gittiler..
Dünyanın en ünlü üç salonundan birindeki hayatımızın en önemli konserini, ses kontrolü yapılmamış bir düzenle, provasız verdik..
Ve bir şey öğrendik..
Amerika'da sendika kuralları öylesine kesin ve acımasızdı ki, kural dışına çıkmak işçi için mesleğin sonu demekti. Ordan atılır ve hayat boyu bir daha benzeri işte de çalışamazdı. Çünkü o iş kolunda her yerde ayni sendika vardı.. Hiç bir iş yeri de sendikasız işçi çalıştırmaya cesaret edemiyordu. Çünkü sendika o zaman boykot ediyor, hiç bir sendikalının orda çalışmasına izin vermiyordu.
Hatırlayın.. Senaristler grev yapınca Hollywood'da aylarca dizi çekememişti, televizyoncular.
Şimdi bunu niye anlattım!..
Soma'da 301 ölünün suçlusunu aramaya başladık aniden. Durmadan yeni haberler geliyor.. "Şu göz altına alındı.. Bu tutuklandı" falan filan..
301 ölü.. Suçlular en ağır cezayı çekmeli.. Çekmeli ki, kamu vicdanı rahatlasın bir.. İkincisi, ibret olsun ki, bir daha böyle korkunç kazalar yaşanmasın..
Tamam.. Ama bu defa da aklıma Hazreti İsa'nın sözü geliyor..
Zina yapan kadını taşlayarak öldürecekler ya.. İsa "İlk taşı günahsız olan atsın" diyor..
Şimdi aramaya başlayalım bakalım, ilk taşı kim atacak?.
Mesela sendikacılar mı?.
Bizde de güçlü sendikalar olsa, işçiler o çağ dışı madene inebilirler miydi?. Sendikacılık senede bir Taksim'e gitme iddiasına döndü. Yahu batsın Taksim.. Oraya gideceğine, Soma'ya gitsene.. Ordaki rezilliği teşhir edip, işçiyi çeksene..
Çekemez.. Niye gücü yok da ondan..
Niye gücü yok?.
Bir yandan sendikalar giderek işçinin haklarını aramaz hale geldi, biz işçiler desteğimizi çektik. Bir yandan patronlar, sendikalı işçi istemez oldular. Sendikalar oldu, levha.. Grevler gücünü yitirdi. Ama sendika ağaları patronlardan zengin hale geldiler, her nasılsa, sendikacılık fiilen biterken...
Yani, en az patronlar kadar, sendikalar da suçlu.. Ve de sendikalardan yıllar önce umudu kestiğimiz için onlara destek ve güç vermeyen bizler, özellikle de önderlik yapma durumundaki fikir işçileri suçluyuz..
Başka..
Bu maden geçen yıl bilmem kaç kere Çalışma Bakanlığı Müfettişleri tarafından denetlenmiş, "Mükemmel raporu" verilmiş.. Kim bu müfettişler?. Nerde o raporlar?.. Nasıl verilmişler.. İşi mi baştan savmışlar, rüşvet mi almışlar?. İkisi de suç.. Al sana bir suçlu daha.. Devlet..
Peki biz dördüncü güç, bugün herkese ve her yere saldıran medya ne yapmışız?.
Kozlu faciasında günlerce aynen bugünkü gibi manşetler hazırlayıp, sonra balık hafızası ile unutan kimler?.
"Yahu şu Soma madenleri devlette idi. Özele geçti. Durum nedir" diye gidip baktık mı?. Hangi gazetenin uzman çalışma muhabiri var?.
"Devlet hantal.. Devlet memuru kafası ile üretim olmaz" diyen, özelleştirmeyi teşvik eden, ardından da istatistikler yayınlayarak "İşte devlet memuru kafası gidince üretim nasıl arttı" diye döşenen bizler değil miydik de, şimdi unuttuk.. "Soma'yı işleten özel teşebbüs maliyeti işçinin canı pahasına düşürdü, üretimi işçinin canı pahasına arttırdı" diye yazabiliyoruz.
301 kişi öldükten sonra hatırlanan gazetecilikle mi, biz "Dördüncü güç" olacağız..
Saymaya, örneklere devama gerek yok..
İyi bakalım.. İyi düşünelim..
301 ölüden sorumlu olmayan, kaç gerçek "Günahsız" var aramızda?.
Var mı?.
Şimdiki sorum günlerdir en çok taşı atanlara..
"Bu felaket 'Geliyorum' diye bağıra bağıra gelirken nerdeydin?. Bir tek bir uyarı hamlen, tek bir önlem önerin oldu mu?. Testi kırıldıktan sonra yol gösteren sen günahsız mısın, dostum?."
"Kahrolsun patron.."
Tamam, kahrolsun da, ilk taşı kim atacak?.