İstanbul Kongre Merkezi'nde İtzhak Perlman'ı dinlerken, içimden "Sana şükürler olsun Tanrım" dedim..
Yaşayan en büyük kemancıyı Türkiye'de değil, dünyada kaç talihli üç defa canlı izlemiştir ki. Ben onlardan biriyim. Nasıl şükretmem..
Tanrı bana, İtzhak Perlman'ı üç defa izlememi sağlayacak koşulları armağan etmekle kalmamış, bir de onun bu ilahi müziğinden zevk alma yetisini vermiş.. İkisini birden ayni insana.. Bu çok özel bir lütuf değil mi?. Şükran duymaz da ne yaparım?.
Perlman'ı ülkemize getiren Yapı Kredi'ye ve bu gecenin organizasyonunu yapanlara da ayrıca, yürekten teşekkür.
Genelde, ülkemize böyle bir kültür, sanat olayı yaşattıkları için.. Zorluklarını ve maliyetini iyi bilirim çünkü.
Özelde, bana davranışlarından..
Bu konseri Barack Obama izleseydi, ona verilecek yer, benim koltuğum olurdu.
Geniş kadrolu klasik konserlerde ön sıralar iyi değildir. Ama küçük, resital tarzı performanslarda sanatçıya yakın olmak ayrı güzelliktir.
Yerim Perlman'ın tam karşısıydı ve aramızdaki mesafe üç metreydi. Bu yüzden ilk defa ustayı, dinleme ötesinde seyir de ettim.. Yüz ifadesi müthişti. Mimikleri, çaldığı müziği hisseden ruhunu dışa vuruyordu. Perlman, parmakları ve kollarıyla değil, tüm hücreleri, tüm ruhuyla çalıyor, her notayı ayrı yaşıyordu, onu gördüm, yakından..
Müziği yaşayan o yüze, o kadar yakından bakarken, aklıma bir şey geldi..
İtzhak Perlman'ı 10 santimden izlemek nasıldı acaba?. Kemana yaslanmıştı başı. Kulağı, sesin çıktığı telden 10 santim ötedeydi sadece.. Benim gibi 3 metre değil.. O kim bilir nasıl dinliyordu İtzhak Perlman'ı da, böyle kendinden geçiyordu?.
Dünyanın yaşayan en büyük keman ustasını, kendi ülkemde, kenti kentimde, böyle özel bir konumda izlemiş olmanın keyfi, mutluluğu ve coşkusu, bütün gün duyduğum utancı hafifletti, yatağıma sakin girmemi sağladı..
Utanç.. Evet utanç.. Bu ülke medyasının bireyi olmanın verdiği utancı yaşamıştım gün boyu..
Turhan Tezol'u, spordaki adıyla "Deli Turan"ı Türk spor tarihinin en büyük isimlerinden birini kaybetmiştik. Bütün gazetelere baktım. Aslında Birinci Sayfa haberi olmalıydı salı sabahı, ama spor sayfalarında bile tek sütun yoktu.. Tek sütun.. Koca Turhan unutulup gitmişti. Bu nasıl vefasızlık, bu nasıl sporsuzluktu?. Bu nasıl bir meslek ihanetiydi?. Ve ben bunların içindeydim.
En çok Hürriyet'e kızdım. Tezol ailesi, Hürriyet'e tam sayfa ölüm ilanı vermişti. Yüz binlerce lira.. Bu ay maaşını belki de bu ilanın parası ile alacak Hürriyet Spor Müdürü Mehmet Aslan dostum, günlerdir ikişer, üçer sayfa Fener Şampiyonluğu destanları (!) anlattığı tonla sayfasında, Koca Turhan'a bir "Tek sütun Haber"i bile çok görmüştü. O Mehmet Aslan ki, bu ülkede Olimpik Sporlar deyince, en sever, en iyi izler bildiğim adamdır. Demek Hürriyet'e müdür olmak, insanı önce futbolcu, sonra Fenerli yapıyor. Gözü başka şey görmez oluyor. Kutlarım Memo.. Hürriyet, Fener sözcülüğünde Milliyet'in bile önüne geçmek üzere.. Az daha gayret!..
Turhan Tezol, gururla söylüyorum, dostumdu da.. Gazeteciliğe basketbol yazarak başladık.
Şefimiz M. Ali Kışlalı, ayni zamanda basketbol koçuydu, ne olmamızı bekliyorsunuz ki..
Türkiye Şampiyonası, yerel ligler bittikten sonra, İstanbul, Ankara ve İzmir liglerinin tepesinden gelenlerle oynanırdı.
Bir defa Ankara'da organize edildi. Bir hafta boyu tam sayfa basket yazdık. Zaten hepsi bir sayfaydı sporun, altı sayfalık gazetemizde..
Sonunda Galatasaray ile Modaspor finale geldi.
İş bölümünde bana "Soyunma Odaları" kaldı. Ahmet (Kışlalı) maçı yazacaktı. Öcal Ağabeyim eleştirisini.. Güneş Tecelli de salondan notları.. Maçlar öyle yazılırdı o zaman..
Deli Turan, müthiş dripling yapan, harika feykler atan tutulması güç bir adamdı. Yakına geldiniz mi anında geçiyor, uzaktan marke ettiniz mi, bugün 3'lük denen yerden harika şutlar çıkarıyordu.
Galatasaray koçu o gün maçı Deli Turan'ı savunma üzerine kurmuştu. İki, hatta yerine göre üç kişi yakından pres yapacaktı Turan'a.. Yaptılar da.. Turan onları kafa kafaya vurdurup ne turnikeler attı inanmazsınız. 40 sayı falan yazdı, maçı tek başına aldı, Moda'yı şampiyon yaptı..
Galatasaraylı ben, Moda soyunma odasına koştum, bitiş düdüğü çalar çalmaz..
İçeri girdiğimde gördüğüm manzara aynen şuydu..
Modalı basketçiler bir halka olmuşlardı. Tam ortalarında Turan duruyor, iki yumruğunu göğsüne vururken haykırıyordu..
"Var mı Toreadora press?.. Var mı Toreadora press?.. Var mı?.. Var mı ha?.."
Gazetemiz ertesi gün o manşetle çıktı..
"Var mı Toreadora press?.."