Efe öldü.. Efe bizim evin minik kedisi.. İki yıl önce, benim bahçenin gizli bir köşesinde doğmuştu.. Alkent bir kedi cenneti.. Çoğu taşınırken terk edilmiş, ya da hediye falan gelip, kapıya konmuş harika yaratıklar. Geri kalanlar bildiğiniz sokak kedisi.. Efe, bir sokak kedisinin yavrusuydu. Hamile ana iki ay bizim bahçede dolandıktan sonra, o saklı köşede iki yavru doğurdu. İki hafta sonra Ercan geldi..
"Hıncal Bey, anneleri yavrulardan birine bakmıyor. Hayvanın gözlerini bile yalamıyor. Meme de vermiyor. Ötekinin gözleri açıldı, hızla gelişti. Bunun iki gözü de kapalı. Zayıflıktan ölecek. Yürüyemiyor bile" dedi.. "Kap, veteriner kliniğine götür" dedim..
Gözü için damlalar yazıldı. Pamuğa damlatılıp günde iki kez, ana yalaması gibi göz silinecek. Biberonla süt verilecek..
Ercan anası gibi baktı.. Ama "gibi" işte.. Efe görme özürlü, şaşı ve zayıf bir kedi olarak büyüdü. Fatoş da, inat olsun diye "Efe" adını taktı ona.. Mağdur ya, hepimizin sevgilisi.. Ama bir türlü sağlığına kavuşamadı. Durmadan kliniğe gidiyor. İğneler, antibiyotikler, ilaçlar.. Özel mamalar.. Gırtlağında yara var, her şeyi yiyemiyor çünkü. İki senede Efe'ye verdiğimiz doktor, ilaç parası ile, bu ülkedeki en pahalı "Marka" kedi alabilirdik, öylesi..
Ama olmadı.. Yaşatamadık.. Gırtlak yarası, kansermiş..
Bahçemde oturup neşeyle koşuşan öteki beş kediyi seyrederken, Darwin'i düşündüm gayri ihtiyari..
"Doğal seçim.. Güçlü olan yaşar.."
Survival!.. Yani neslini devam ettirme güdüsü, ya da genetik yazılım, neyse..
Anne, doğurduğu anda, Efe'nin hasta olduğunu ve yaşamayacağını hissetti. Neslin devamı şansı öteki yavrudaydı. Tüm gücünü ona ayırmayı seçti, zayıf ve ölecek Efe'yi boşladı..
Antik Yunan'da zayıf doğan bebekler uçurumlardan atılmaz mıydı, ayni hayvansal içgüdüyle..
Peki ya bitkiler..
Serpil ve Tuzla'da bahçe işlerinde en büyük yardımcısı Hakkı Efendi bize her gelişlerinde bahçeme dalarlar ve solmuş çiçekleri temizlemeye başlar..
Şöyle de izah ederler.. "Bu solmuşları almazsan, bitki tüm gücünü bu çiçeği yaşatmaya verir, yeni çiçek açmaz. Koparırsan, hemen yenisi gelir.."
Kanlıca'daki İkinci Bahar Lokantası'nın harika çiçeklerini de Erdoğan öyle sağlıyor ya, geçen hafta yazmıştım.. Her sabah hepsini elden geçirir, solanları koparırmış o da..
Yenileri taze taze, pırıl pırıl açsın diye..
Dün oturmuş bahçemi seyrediyorum.. Rengarenk çiçekler.. Birinden kalkıp öteki konan arılar, kelebekler.. Onların peşinde koşuşan kediler..
Birden dank etti..
Bitki niye çiçek açıyor.. Neslini devam ettirmek için.. Döllenmesi, türünde başka bir çiçekte bulunan polenin ona taşınmasıyla mümkün.. Kim taşıyacak?. Birinden kalkıp ötekine konan uçucular?. Yani, kelebek, arı, sinek, her ne ise onu çekecek bir koku, renk, emecekleri bir öz olması lazım içlerinde.. Çiçeğin bize zevk veren rengarenk yapraklarının doğal gereği bu işte..
Kelebekleri tavlamak..
Kelebek birine konuyor. Polen ayaklarına bulaşıyor. Kelebek öbür çiçeğe konunca, oraya bulaşıyor ve döllenme tamamlanıyor, çiçeğin tam dibinde oluşan tohum gelişmeye başlıyor.. Bitkinin, neslinin devamı için artık o tohumun gelişmesini tamamlaması ve yere düşmesi lazım. Bitkinin artık görevi biten çiçeğe ihtiyacı yok. Ona desteği kesiyor. Çiçek solarken, tüm suyunu ve gıdasını tohuma verip onu olgunlaştırıyor. Bu olgunlaşma anında, o solmuş çiçeği kopardığınızda, döllenmiş tohumu da koparıyorsunuz. Bitkinin neslini devam ettirecek yavru yok oluyor, bir yerde.. O zaman ne lazım?. Yeni bir yavru.. Yani yeni bir çiçek.. Bitki gene tüm gücünü verip, yeni çiçekler açıyor ki yeni tohumlar oluşsun ve gelişsin..
İşin sırrı bu kadar basit işte, aslında..
Solan çiçeği, yani tohumu kopardın mı, bitki neslini sürdürmek için yeni bir çiçek üretmek zorunda.. Koparmazsan, bütün güç tohuma.. Eskinin o renkli yapraklarına da ihtiyaç yok artık, yeni çiçeğe de..
Hey Darwin hey!.. Benim bahçeme de geldin ya!..