Holly ile New York'a indiğimizde tam bir King Kong fırtınası esiyordu.. Film o hafta açılacak diye kentin dağına taşına King Kong afişleri yapıştırılmış, hemen her vitrine King Kong heykelcikleri yerleştirilmişti. King Kong'u görmeden sokaklarda on metre yürümek mümkün değildi. Daha filmi görmeden dev gorilin bu defa şimdi olmayan İkiz Kulelere tırmanacağını bu reklamlardan öğrenmiş ve meraklanmıştım da, asansör korkusu olan Holly ile 3.5 dakika süren bir ekspres yolculuk yapıp King Kong'un seyrettiği 105 kat yukardaki terastan New York'a bakmıştık.
Televizyonlar da bu bedava reklamdan yararlanma yolundaydılar. Dört kanal vardı o zaman Amerika'da.. Şaştınız değil mi, bugün yüzlerce kanalla boğuşan Türkiye.. Daha dün, topu topu dört kanallı Amerika..
Bu kanallar, adında King Kong olan ne kadar film varsa geçmişte programa almışlardı.
1933'te yapılan King Kong öylesine bir sinema klasiği olmuştu ki, ardından yığınla benzeri film çekilmişti de, her kanal, Gala gecesine bir Kong yerleştirmeyi başarmıştı.
Orijinal King Kong'u bu sayede seyretme imkanı buldum. 1930'lu yılların imkanları içinde nasıl muhteşem bir film yaptıklarını da gördüm.
1976 King Kong'u büyük eleştiriler aldı. 1933 filmine dört yıldız vermekte ittifak eden uzmanlar, 1976 filmine, en bol keseden 2 yıldız verebildiler..
Oysa ben filmi fazlası ile beğendiğimi hatırlıyorum.. Filmi mi, yoksa sinema dünyasında ilk defa perdeye gelen Jessica Lange'ı mı, orasını sormayın..
Güzel ile Hayvan arasındaki bu sevgi masalında Jessica Lange'a ölmüş, bayılmıştım.
John Gullermin de, özellikle Hayvan tarafından bayağı erotik bir aşk öyküsü çekmişti. "King Kong'un avcunun içinde yarı baygın yatan Jessica'yı öbür elinin parmağı ile okşadığı sahne, Hollywood'un en erotik anları arasında yer alır" diyenlere katılıyorum. Gerçekten çarpıcı bir sahneydi..
Peter (Yüzüklerin Efendisi) Jackson ise, tam tersine alabildiğine romantik bir aşk masalı çekmiş..
Buradaki King Kong, Naomi Watts'ı okşama yerine, şelalelerin aktığı bir yamaçta güneşin batışını seyretmeye götürüyor..
Film iç içe iki öykü anlatıyor.. Birisi klasik, çirkin, korkunç, dev hayvanla, güzel arasındaki sevgi bağları..
Öteki.. Tam da Born Loser, kaybetmek için doğmuş bir adamın hayatında bir kez kazanmak için verdiği akıllara sığmaz savaş..
Ve Peter Jackson, Yüzüklerin Efendisi'nde açık söyleyeyim beni etkilemeyen, sevemediğim bir uzun üçleme yapan Jackson, bu defa harika bir iş başarmış. Yeni Zelanda'nın doğal dekorları içinde müthiş görüntüler yakalamış..
King Kong'un üç dinozor ile tek elle dövüştüğü sahne.. Öteki elinde incinmesinden fena halde korktuğu Naomi var..
Film ekibinin bir dinozor sürüsünden, daracık bir vadide kaçtığı sahne.. Sinemanın en çılgın takip sahnelerinden biri..
..ve de film ekibinin her yandan saldıran vampir çekirgeler ve sudan çıkan adam yutacak kadar dev sülüklerle dövüştüğü sahneler, film tarihinin unutulmazları arasına girecektir sanırım.
Oyunculuk da iyi.. Naomi'ye aşık Oscar ödüllü Adrien Brody'yi kast etmiyorum.. O Piyanist'teki tipini ayni ağlamaklı yüzle sürdürüyor. Tek fark, bu defa kullandığı piyanonun değil, daktilonun tuşları..
Hep kaybeden adamı oynayan Jack Black olağanüstü.. Naomi Watts yer yer Nicole Kidman'ı fena halde andıran fiziği kadar oyunu ile de etkiliyor. Dev maymunla güzel arasındaki romantik sevgiyi öyle güzel ifade ediyor ki bakışları..
King Kong kostümlerinin içinde bir insan var. Andy Sarkis.. Rolü için hayvanat bahçelerine taşınıp haftalarca goril hareketlerini incelemiş.. İyi de etmiş. Sarkis çok iyi bir goril olmayı başarmış.
Onu tanımak isterseniz filme dikkatli bakın. Bir rolde daha var. Bu defa kostümsüz.. Ekibi King Kong adasına taşıyan köhne geminin ahçı yardımcısı Lumpy de o..
King Kong'u görün..
Canavarların da şirin ve duygusal olabileceklerini görün!.