"Bu nasıl gol resmi" diye gürlemişim.. "Bu nasıl gol resmi.." Ne top var, ne kale.. Birkaç gölge adamın futbolcu olması ihtimali var, karine ile..
"Şefim" dedi, "Şu bulutlara bak.. Şu bulutlara iyi bak, nasıl kıvrım kıvrım.. Nasıl büklüm büklüm.."
"Sana boşuna Manyak Mustafa dememişler" diye güldüm..
Fotoğraf sanatının manyağı idi Mustafa.. Herkesin çektiğini çekmeyi zül addederdi.. Onun için güzellik önemliydi.. Hayatı oydu onun.. Deklanşörü güzelliklere bakmalıydı..
İçinde kale olmayan, top olmayan o bulutlarla dolu gol resmi, Mustafa'nın bana verdiği hayat dersiydi aslında..
Herkesin ezberlenmiş gibi ayni şeylere baktığı dünyada, farkı, güzellikleri görmeyi öğretmişti bana Manyak!..
Gelişim Spor'u Ercan Arıklı ile kurduğumuzda ilk toplantılardan birini foto muhabirleri ile yapmış, Ender (Erkek), Hasan (Onuker) ve Vedat
(Danacı) gençlerine, ölmezliğe ulaşmış şefleri İsmet Gümüşdere'nin önünde "Gol resmi getireni kovarım.. Bana sahaların ve tribünlerin güzelliklerini getireceksiniz" demiştim, ardından Mustafa Türkyılmaz'ın öyküsünü anlatarak..
Gelişim Spor'un efsane kapakları, posterleri öyle doğmuştu işte..
Adama boşuna Manyak derler mi?.. Mustafa iftihar ederdi bu takma adı ile.. Hakaret değil, sonsuz bir övgü için takıldığını bildiğinden..
Aklı başında adam günlerce elinde fotoğraf makinesi parkta sabahlar mı?..
Mustafa, Gül ile Bülbül efsanesini resimlemeye karar vermişti.. Gül bahçesinde nöbete girdi.. Bülbül güle konacak, göğsünü gülün dikenine yaslayıp şakımaya başlayacak ve Mustafa çekecekti.. Üçüncü mü, beşinci gün mü sabaha karşı aradığını bulmuş nihayet.. Arka arkaya pozlar.. Bir foto roman gibi resimlemişti sonunda öyküyü..
Babama koşmuş elinde fotoğrafların ilk baskısı ile.. "Fuat Ağabey bu senin olmalı" diyerek..
Mustafa Türkyılmaz imzalı "Gül ile Bülbül" fotoğrafları şimdi ağabeyim Öcal'ın duvarlarında asılı..
Müsü Polatay derdik ona.. Fransızca Mösyö'den kısaltarak.. Hem de nasıl Mösyö bir adamdı..
Harika bir gazeteci idi.. Fransa'da yetişmiş.. Fransızca'yı Türkçe'den iyi bilen.. İlhami Şükrü Polatay.. Karısı Sabahat Abla da Fransa'da mesleği öğrenmiş bir makastardı.. Zamanının en önde gelen kadın terzilerinden.. Büyük usta..
Ama bakın şimdi ben onları tanıdığımda, aklınıza gelmez, bambaşka bir iş yapıyorlardı..
Milk bar!.
O da ne diyeceksiniz?.. Ankara Koleji'nin hemen yanında, o yıllar Avrupa'da pek moda bir dükkan açmışlardı.. Bir bar.. Ama alkol değil, süt satıyorlardı.. Sütün içine bin bir meyve aroması koyarak zevkler, renkler, zenginlikler yaratıyorlardı..
Ve de gene süt esası üzerinden tatlılar..
Milk bar, ağabeylerine, babalarına özenip bara gitmek isteyen küçükler için Amerika'da icat edilmişti.. Süt içerek bar keyfi yaşamak..
Bembeyaz önlükler, şapkalar içinde Müsü Polatay ve Sabahat Abla'yı görmeliydiniz.. Evimiz de çok yakındı milk bara.. Sık sık giderdim..
Ama bizde süt Amerika gibi popüler değil.. Bekledikleri ilgiyi göremediler ve mesleklerine döndüler..
Sabahat Abla Ankara'nın en zevkli ve en pahalı terzilerinden biri olarak ünlendi. Ağabeyim evlenirken Özay'ın gelinliğini Sabahat Polatay dikmişti..
Nerde bizde o zaman o Pariziyen gelinliğe ödeyecek para.. Sadece kumaş parasını zorla kabul ettirebilmiştik, Sabahat Abla'ya..
İlhami Ağabey, Fransızlar'ın ünlü Lejyon Donör madalyasını alan bir gazeteci olarak yürüdü meslekte.. Madalyayı ona Türk-Fransız ilişkilerine katkılarından verdiler.
Çalıştığı her gazetenin neşe kaynağı olurdu Müsü Polatay.. Daima gülümserdi, en ciddi haberlerden, en komik anılara kadar, coşkuyla, hevesle, neşeyle anlatırken..
İlhami Ağabey'i ne zaman hatırlasam, gözlerimin önüne o yaşam sevinci gelir.
Tevfik Ağabey tarihti benim için.. Bitmez tükenmez anı.. Ben onu tanıdığımda, yani 40 yıl evvel mesleğin kurucularından, duayenlerindendi, anlayın gerisini..
O zamanlar Ankara'dan gelirdik maçlara.. En ucuz ikinci mevki trenlerle.. Köprüde bir ayran bir poğaça.. Sonra ver elini Mithatpaşa Stadı.. Adı öyleydi o zaman, İnönü sözcüğünden nefret eden Demokrat iktidarın çevirmesi ile.. Tevfik Ağabey de itiş kakışı sevmez, erken gelirdi maça.. Hep ayni koltuğa otururdu. Etrafına çevrelenirdik, maçı beklerken.. Anlatırdı.. Aslında altın meslek öğütleri idi anlattıkları ama, hiç ders gibi anlatmazdı o.. Yaşadığı gerçek spor öykülerini naklederdi, ders çıkarmayı bize bırakarak..
Tercüman E-5 üzerine, tünelin oraya taşınınca, ben de biti kanlanmış, artık uçağa başlayınca, havaalanından şehre gelirken muhakkak uğrardım Tercüman'a, Atilla Gökçe başta dostları görmek için.. Orada da Tevfik Ağabey'in etrafında çember oluşurdu gene..
Ben sporu Tevfik Ağabey kadar güzel anlatan az adam hatırlıyorum.. Benzersiz özelliklerine rağmen dünyanın en mütevazı adamıydı.. Bab-ı Ali'de olması gereken doruklarda dolanmayışı, elini ayağını bu işlerden çekip kendini emekliye ayırdığında adının anılmaması hep bu tevazudandı..
Bakıyorum gazetelere.. Bir konuda araştırma mı yapacaklar?.. Zaten Allah'ın günü kendi gazetesinde, televizyonunda yazanlara, konuşanlara koşuyorlar.. Spora adanmış bir ömürle bugün gölgede duranların emsalsiz deneyimlerinden hiç değilse böyle zamanlarda bir iki cümle yararlanmak genç spor şeflerinin aklına bile gelmiyor.. Üstelik bu hatırlanma bir vefa gösterisi olarak, onları ne kadar mutlu edecek?..
Gençler kendilerinin de yaşlanacağını hiç düşünmüyorlar.. Hele öleceklerini akıllarına bile getirmiyorlar..
Getirseler, Mustafa Türkyılmaz, İlhami Şükrü Polatay, Tevfik Ünsi gibi bu mesleğin anıtları, "Bir garip ölmüş diyeler/Üç günden sonra duyalar" diye mi giderlerdi?..
Böyle sessiz.. Böyle unutulmuş.. Böyle ölmeden önce ölmüş..