Türkiye ve Amerika arasında son yirmi yıldır yaşanan sorunları aslında basit bir analizle özetlemek mümkün. İki ülke artık Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi bir "ortak tehdit" tanımı ve algılaması paylaşmıyor. Sorun bu kadar basit.
Yaşı o dönemleri hatırlamaya müsait birçok Türk ve Amerikalı uzmanın nostalji içinde andıkları Soğuk Savaş yıllarında Ankara ve Washington için ortak tehdit tabii ki Sovyetler Birliği ve onun temsil ettiği komünist sistemdi. "Ortak düşman ve ortak strateji" konusunda anlaşmazlık yaratacak herhangi bir durum yoktu.
1990'lı yıllarda, Sovyetler dağıldıktan ve komünizm tarih olduktan sonra durum hızla değişmeye başladı. Türkiye ve Amerika açısından ortak tehdit ve ortak strateji tanımı konusunda 1950- 1990 arasında yaşanmayan sorunlar belirmeye başladı.
ABD için doksanlı yıllarda ana tehdit Irak ve Saddam Hüseyin'di. Oysa Türkiye için Irak ciddi bir tehdit teşkil etmiyordu. Ulusal güvenlik açısından Ankara'nın gözünde bir numaralı tehdit PKK olmuştu. ABD, Birinci Körfez Savaşı'ndan sonra Saddam'ı zayıflatmak ve Kuzey Irak'ta Kürtleri korumak için Çekiç Güç gibi bir yapılanma içine gidince durum daha da çetrefil hale geldi.
Türkiye ve ABD ortak tehdit konusunda anlaşamıyor oldukları gibi, işin daha kötüsü artık Türk kamuoyunun gözünde Washington "Kürtlerin koruyucusu" konumuna gelmişti. Böylece ABD'nin kendisi ve bölgedeki planları Türkiye tarafından tehdit olarak algılanmaya başlandı. Durum böyle olunca PKK'nin ve Kürt milliyetçiliğinin gücü arttıkça Türkiye'de Amerikan aleyhtarlığı aynı oranda artmaya başladı.
11 Eylül 2001'den sonra ABD için radikal İslamcı terör bir numaralı tehdit haline geldi. Bu aslında ortak tehdit algılaması açısından bir fırsat yarattı. Ama gene de Ankara ve Washington arasında ortak bir terörizm tanımı ve tehdit algılaması gelişmedi. Zira Türkiye'nin gözündeki tehdit etnik temel üzerine oturan bir terör hareketiydi. PKK sonuçta etnik Kürt milliyetçiliği üzerine kurulu bir hareket. Oysa El Kaide etnik temeli olmayan "ideolojik" bir terör hareketiydi ve Türkiye'yi Batı'yı tehdit ettiği kadar tehdit etmiyordu. Başka türlü ifade etmek gerekirse "PKK ve El Kaide" Türk- Amerikan ilişkilerinde "Sovyetler Birliği ve komünizm" derecesinde bir "ortak tehdit ve ortak strateji" kavramı yaratmadı. 11 Eylül sonrasında, öfkeden gözü dönmüş bir ABD Irak'ı işgal etmeye karar verince Türk-Amerikan ilişkileri iyice bozulmaya başladı. Türkiye'nin karşı çıkması ve 1 Mart tezkeresi ABD için bir şok oldu. "Bush giderse işler düzelir" diyenler şimdi de Obama yönetimi ile İran sorunu yaşamaya başladılar. 1 Mart tezkeresi Bush yönetimi için nasıl bir şok olduysa, Türkiye'nin İran'a ekonomik yaptırımlar konusundaki tavrı da Obama yönetimi için şok oldu. Ankara'nın BM Güvenlik Konseyi'nde "hayır" oyu vermesi -hem de Çin ve Rusya gibi ülkeler ABD ile beraber hareket ederken- Washington için ciddi hayal kırıklığı oldu.
İşin temelinde halen bir türlü gelişmeyen "ortak tehdit" algılaması eksikliği yatıyor. Nasıl ki Irak ve Saddam Hüseyin 1990'lı yıllarda Türkiye için ciddi bir tehdit teşkil etmediyse, bugün de İran Ankara'nın gözünde ciddi bir ulusal güvenlik endişesi yaratmıyor. Son yaşanan "Füze Kalkanı" tartışması da aynı dinamikleri içeriyor. Ankara, füze kalkanının İran'a karşı olmasını istemiyor. NATO belgelerinde İran'dan söz edilmesine de karşı. Ankara'ya göre füze kalkanının misyonu, "kolektif savunma anlayışı" çerçevesinde ve ülke ismi verilmeden genel olarak tanımlanması gerekiyor. Henüz ortak düşman konusunda bile anlaşamayan Ankara ve Washington, ilerde iş "ortak bir savunma stratejisi" uygulamaya geldiğinde daha da ciddi sorunlar yaşayacak. Soğuk Savaş sonrası işte böyle muğlâk bir dönem.