Yaşadığım şehir Washington olduğu için, yazılarımda hep Türkiye'nin Washington tarafından nasıl algılandığını işliyorum. Dünyaya Washington merkezli bakmak gibi bir perspektif bu. Ne kadar sağlıklı olduğu tartışılır. Etnosantrik, yani kendi-merkezci olduğu kesin. Objektif değil. Olması da beklenemez zaten. Nasıl ki dünyaya Ankara merkezli bakmak her zaman objektif değilse, bu da öyle bir şey. Öte yandan kendini dünyanın merkezinde algılayan bir süpergüç Amerika. Bu nedenle bütün dünyaya kendi çıkarları ve değer yargıları açısından bakıp ciddi hatalar yapabiliyor Washington. Kısmen bu nedenlerle olsa gerek, biraz Washington dışına çıkmak ve dünya ABD'ye nasıl bakıyor, algılamak çok önemli Washington'da yaşayanlar için.
Yaz tatilimin bir kısmını geçirmek için geldiğim Türkiye'de, madalyonun öbür yüzünü görmek bu açıdan oldukça yararlı oluyor. ABD Türkiye'ye nasıl bakıyor diye sürekli sorgulamak ve kafa yormak yerine şimdi biraz da "Türkiye ABD'ye nasıl bakıyor?" sorusunu sorma fırsatı doğuyor. Soruya soru ile cevap vermek kötü bir alışkanlık ama galiba bu soruya en iyi cevap "Hangi Türkiye?" Zira Türkiye yekpare değil. Türkiye konusunda büyük genellemeler yapan Batılı yazarların görmesi gereken bir gerçek bu. O nedenle izninizle Türkiye ABD'ye nasıl bakıyor sorusuna haftaya cevap verip bu yazıda öncelikle Türkiye üzerine bir değerlendirme yapmak istiyorum.
Türkiye'de sosyolojik olarak ve siyaseten bölünme iki kamp arasında. Bir tarafta AK Parti var. Bu partinin yaklaşık 8 yıldır temsil ettiği "değişimci ve nispeten daha demokratik" bir zihniyet var. Evet, Türkiye standartlarında diğer siyasi partilere oranla daha demokratik, daha AB yanlısı, daha dindar, oldukça kapitalist, oldukça milliyetçi, ama genel olarak "değişimden ve halktan yana" olan bir iktidar partisi AK Parti.
AK Parti iktidarda ama Türkiye'de iktidar olmak "devlet" olmak anlamına gelmiyor. Zira devleti temsil eden ve simgeleyen zihniyet demokratik değil. Türkiye'deki siyasi rejim hiçbir zaman tam olarak halk ile barışık olmadı. Devletçi seçkinler ve halk arasında kültürel, sosyal, ekonomik açılardan hep ciddi bir mesafe oldu. Bu aslında Türkiye'de merkez ile çevre arasında, yani laik devlet ile dindar toplum arasında bir kan uyuşmazlığı olmasından kaynaklanıyor. Bu nedenle Türkiye'deki vesayet rejimi hep dindar toplumdan korkmuş. Toplum da aynı şekilde devletten korkar hale gelmiş. Şimdi kapitalizm sayesinde bu dengeler yavaş yavaş değişiyor. Yeni bir burjuvazi doğuyor ve iktidarla arasında organik bir bağ gelişiyor. Bu sayede devlet eskiye oranla daha fazla halka iniyor. Ve de aynı şekilde halk ve muhafazakâr kitleler artık devlete daha rahat ulaşıyor. Eğer bir eksen kayması varsa bu zeminde bir demokratik kayış yaşanıyor.
Öte yandan, AK Parti, rejimin ve devletçi seçkinlerin gözünde halen dinci, gerici ve irticacı olmaya devam ediyor. Bu nedenle iktidarda olmasına rağmen devletçi zihniyetle "çekişme" içinde. İstese de CHP gibi bir devlet partisi olamıyor AK Parti. Rejimle arasında adeta "genetik" bir sorun. İyi ki de var böyle bir sorun. Yoksa Türkiye gerçekten Rusya gibi otoriter bir ülke olurdu. Zannediyorum benim gibi düşünenlerin gözünde AK Parti'nin yıpranmakta olan cazibesi her şeye rağmen bir "devlet" partisi olmayışından kaynaklanıyor. Tam anlamıyla demokratik ve özgürlükçü olmamasına rağmen "nispeten" daha demokratik ve özgürlükçü bir hareket bu. Statükocu ve devletçi muhalefete bakınca bu durum daha da iyi anlaşılıyor. Bütün yapmanız gereken Türkiye'yi eylül ayında sandığa götürecek referandum konusunda kimin statükocu kimin değişimci olduğuna bakmak. Evet, bu önemli siyasi parametreler Batı tarafından anlaşılmadıkça "eksen kayması" tartışmaları hep yanlış zeminde kalacaktır. Haftaya bu konuya devam edeceğiz.