Geçen hafta yazımın sonunda, İran'ın nükleer projesi konusunda Türkiye ve ABD'nin, iki NATO üyesi olarak, kendi ortak çıkarları ve stratejik amaçları çerçevesinde bir ortak söylem ve eylem planı geliştirmeleri gerektiğini yazmıştım. Unutmamak gerekiyor ki Türkiye ve ABD arasında yaşanan kırılmanın fay hattı İran'dır, İsrail değil. İsrail merkezli bir şekilde ABD ile ilişkileri değerlendirmek ve sanki İsrail'le aramız düzelirse ABD ile işler yoluna girer yönünde analizler yapmak bu nedenle kanımca hatalı.
Bu konuya açıklık getirmek için ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Philip Gordon'un Obama-Erdoğan görüşmesinden önce yaptığı açıklamayı iyi okumak gerekiyor. Ne demişti Gordon? "Türkiye'nin NATO'ya, Avrupa'ya ve ABD'ye bağlı kaldığını düşünüyoruz, ancak bunun gösterilmeye ihtiyacı var. Bu konuda insanlar daha önce olmadığı şekilde sorular soruyor. Bu, başlı başına kötü bir durum ve Türkiye'nin ABD'den destek beklediği konularda ABD'nin destek vermesini zorlaştırıyor."
Türkiye'nin NATO'ya, Avrupa'ya ve ABD'ye bağlığının sorgulanmasına neden olan konu İsrail değildir. Bugün gerek ABD yönetimindeki, gerek Kongre'deki Türkiye öfkesi Ankara'nın İsrail politikasından kaynaklanmıyor. İsrail lobisinin öfkesi bile sadece Mavi Marmara meselesine bağlı değil. Asıl anlamadıkları neden Türkiye'nin bu kadar İran lehine tavır sergilediği. Bu nedenle gerek Philip Gordon'un, gerek Obama'nın, gerek Hillary Clinton'un gözünde asıl mesele Türkiye'nin İran konusunda BM'de verdiği "hayır" oyudur. Zira Türkiye İran konusunda sadece NATO, AB ve ABD'den farklı düşmemiştir. Ankara, İran konusunda aynı zamanda Çin ve Rusya dahil olmak üzere bütün BM Güvenlik Konseyinin ezici çoğunluğundan ve uluslararası toplumun genelinden kopuk bir konuma gelmiştir.
Bu durum Türkiye-ABD ilişkilerinde, 1 Mart 2003'te yaşanan Irak ve tezkere krizine oranla çok daha ciddidir. Çünkü Irak'ın işgalinde ABD tek başına hareket ediyor gibiydi. Arkasında ne NATO, ne AB, ne de BM Güvenlik Kurulu vardı. Çin, Rusya, Fransa, Almanya, neredeyse İngiltere ve İsrail hariç bütün dünya o dönem ABD ve Bush yönetiminin karşısındaydı. O nedenle Türkiye'den ABD'ye Irak için "hayır" cevabı geldiğinde bütün dünya Türkiye'yi ve Türk demokrasisini alkışlamıştı. Oysa bugün İran konusunda durum çok farklı. Rusya ve Çin bile Washington'a destek verirken NATO üyesi Türkiye, stratejik ve model ortaklık kurmuş olduğu Amerika'ya karşı "çekimser" bile kalmayıp bütün dünyanın önünde "hayır" diyor. ABD'nin bu durumu içine sindirmesi çok zor. O nedenle "İsrail ile bir iki görüşme olursa Washington ile aralar da aynı şekilde düzelmeye başlar" demek son derece yanlış. Unutmayalım ki, ABD'yi İsrail lobisi yönetmiyor. Bu ülkenin kendi öncelikleri var ve İran bu önceliklerin en tepesinde geliyor.
O halde ne yapmak gerekiyor? Kanımca İran konusunda işin özüne inmek gerekiyor. Türkiye ve ABD'nin ortak çıkarı belli: Nükleer silahı olan bir İran arzu edilmiyor. Öte yandan iki ülke de biliyor ki, İran hızla bu yönde ilerliyor. Ankara herhalde İran'ın nükleer projesinin sadece ve sadece elektrik ve enerji için olduğuna inanmıyor. İnanıyorsa da çok saflık ediyor. İran hızla nükleer güç olmaya doğru giden ve de aynı zamanda revizyonist, yani bölgedeki düzeni kabul etmeyen, bir ülke.
O halde Ankara ve Washington bazı basit tespitler yapmalı. Birinci tespit: Ekonomik yaptırımlar nedeniyle İran nükleer güç olmaktan vazgeçmez. İkinci tespit: Diplomatik yöntemler İran'ı nükleer güç olma projesinden vazgeçirmez. Üçüncü tespit: İran'a askeri müdahale hem bölgeyi allak bullak eder, hem de İran'ın nükleer güç olmasını ancak kısa bir süre için erteler. O halde İran eninde sonunda nükleer güç olacaktır. Bu nedenle ABD ve Türkiye nükleer bir İran ile nasıl yaşanması gerektiği konusunda şimdiden çalışmaya başlamalı.