Tatilin geldiğini havalardan değil, gazete sayfalarından anlıyoruz artık. Turizm şirketlerinin tam sayfa renkli ilanları, "Sahi," dedirtiyor insana,
"tatil yaklaştı."
Gitmeseniz, gidemeseniz bile "hotel" lerin, "resort" ların, "beach" lerin fotoğraflarına bakıyor, fiyatlarını inceliyorsunuz. Çoğu kişi de tatilini o yerlerde değil, o fotoğraflarda yaşıyor.
Yazlığı olanlar için sorun yok elbette. Onlar bavullarını toplayıp Ege'nin, Akdeniz'in yolunu tuttular bile.
Her haziran başında geçmişin tatillerini hatırlamadan edemiyorum.
***
Tarih öncesinden söz etmiyorum, neredeyse daha düne kadar tatil kavramımız başkaydı. Tatil denilince okul tatili gelirdi akla. Öyle koskoca adamların, evli barklı kadınların tatil yapması... Bu, çoğu kimse için anlaşılır şey değildi.
Memurlar yıllık izin kullanırlardı, o kadar. O izni de öyle bir yerlere giderek değil, evde dinlenerek, kahveye çıkarak geçirirlerdi. Meraklısı daha çok kitap okur ya da çiçekleriyle daha çok ilgilenirdi.
Ayrıcalıklar da vardı elbet. İstanbul'da oturuyorsanız, yazlık sahibiyseniz, sorun yok. Erenköy'e, Tarabya'ya taşınırdınız. Ya da Adalar'da yazlık ev kiralardınız. Orta halliyseniz, hafta sonları Florya plajıyla, Süreyya plajıyla, Moda plajıyla, Salacak plajıyla yetinmek zorunda kalırdınız.
Anadolu kentlerinden birinde yaşıyorsanız, biraz varlıklıysanız ya da üçbeş kuruş biriktirebilmişseniz, bir haftalığına İstanbul'a giderdiniz. Atlardınız trene, doğru Haydarpaşa. Oradan Karaköy'e. Rıhtımda ya da Sirkeci'de bir otel odası. Rahatınıza biraz daha düşkünseniz, Beyazıt'ta ya da Aksaray'da bir otel. Bütün gece tahtakurularıyla savaşırdınız. Ama ne gam! Sabah olacak, Beyoğlu'na çıkacaksınız!
Beyoğlu'nda önce bir güzel gezilirdi. Tünel-Taksim arası birkaç kere arşınlanırdı. Mayer mağazası, Karlman pasajı ziyaret edilirdi. Oyuncak istiyorsanız Japon mağazası. Budak pastanesinde soluk alınır, Anadolu'nun yabancısı olduğu krem şokola denilen tatlıdan yenilirdi. Sonra mutlaka bir sinema. Melek, İpek, Lale. Seçimde film değil, sinema salonunun görkemi gözönüne alınırdı. Kentinize dönünce eşe dosta anlatmak için.
Göstermek için de Taksim'deki seyyar şipşakçılara fotoğraf çektirilirdi.
Kapalıçarşı da unutulmazdı elbet. Bir gün de oraya, Mahmutpaşa'ya, Eminönü'ne ayrılırdı. Son durak Hacıbekir. Kimlere şeker götürüleceği çok önceden saptanmış olurdu. Kutular paketlenirken birer bardak da demirhindi içilirdi. Akrabalar, tanıdıklar Hacıbekir şekeri beklerlerdi. İstanbul'un en ünlü pastanesinden çikolata götürseniz o kadar makbule geçmezdi. Burun kıvrılırdı. "Bize bunu mu layık gördünüz" gibilerden. Hacıbekir şekeri "İstanbul'dan hediye" nin tek adıydı.
***
İlkokuldaydım. Bir yaz babamın iş için birkaç günlüğüne İstanbul'a gitmesi gerekti. "Seni de götüreyim," dedi. "Bana arkadaşlık edersin."
Kahraman'ın makinesine (taksisine) atladık. Doğru Narlı. Posta trenine bindik. İki gün iki gece sonra Karaköy'deki otel odasındaydık.
İlk gün babamın işleriyle geçti. İkinci gün Beyoğlu'muzu, sinemamızı yaptık. Akşamüstü Hacıbekir'i bile aradan çıkardık.
Üçüncü gün, son günümüz, "Karşıya geçelim," dedi babam. Biraz Kadıköy'ü keşfettik. Sonra bir tramvay. Sahrayı Cedit.
"Bil bakalım, şimdi seni nereye götüreceğim?"
"Nereye?"
Babam güldü. Bir süre sonra Süreyya plajının önündeydik.
"Plaja mı gireceğiz?"
"Evet," dedi babam. Elindeki küçük çantayı açtı. İki mayo gösterdi. "Bunları dün boşuna mı aldık?"
Aldıklarımız arasında mayo olduğunun farkında bile değildim.
"Ben utanırım. Girmem."
"Koskoca Antepli de utanır mıymış?"
İşin içine Anteplilik girince diyecek söz yok.
Bir kabin aldık. Mayolarımızı giydik. Kumlara attık kendimizi.
Hem utanıyorum, hem keyif duyuyorum. Antep'e dönünce arkadaşlara anlatacak çok şey çıktı. "Ayda Bir" dergisinde gördüğümüz mayolu kadınlar şimdi canlı canlı karşımda.
Sıcaktan bunaldıkça dizlerime kadar denize giriyorum. Sonra duşun altına. Biraz serinliyorum ama her yanıma yapışan kumlar beni perişan ediyor. Nerde Kavaklık'ın gölgeli ağaçları...
Babam baktı ki, dondurma filan kar etmiyor, kalktı. "Hadi, gidelim istersen," dedi. "Beyoğlu'na çıkar, bir sinemaya gireriz."
Sonra gülerek saçlarımı okşadı: "Biliyor musun, bu yaşta plaja giden ilk Antepli sensin."