Cem Karaca'nın annesi Toto Karaca'yı tiyatroyla ilgilenmiş herkes tanır. Babası Mehmet Karaca da değerli bir oyuncuydu. Ama Toto gibi televizyon ekranlarında görünmediği için, ünü İstanbul Şehir Tiyatrosu'nun sınırlarını pek aşamadı.
Önce ondan dinlediğim bir anısını aktarayım. Kendi ağzından:
***
"İkinci Dünya Savaşı sırasında tiyatroya ara vermedik. İstanbul'da da oynadık, Anadolu'da da. Bir keresinde Diyarbakır'a kadar gittik. O turnede Adana'da yaşadığımız bir olayı unutamam.
"Savaşta, Avrupalılar kadar olmasa bile, çok sıkıntı çekiyorduk. Temel yiyecek maddeleri bulunmuyordu. Ekmek bile karneye bağlanmıştı.
"Adana'da oyundan birkaç saat önce beş arkadaş gişenin önüne iskemle atmış, çene çalıyorduk. Bir adam belirdi köşede. Yanında on iki yaşlarında bir oğlan çocuğu vardı. Bir süre afişe, sonra gişeye baktı. Döndü, gidecekken durdu. Çekinerek yaklaştı. Sonra, 'Affedersiniz, siz tiyatrodan mısınız?' diye sordu bana. 'Evet,' dedim.
"Adam çocuğu gösterdi. 'Ben,' dedi, 'oğlumun tiyatro seyretmesini arzu ediyorum. Ama bilet param yok. Acaba ekmek karnemi versem, yarınki hissemi siz alsanız... Ben seyretmesem de olur. Onu burada beklerim.'
"Sustu. Başını önüne eğdi. Beşimiz birden ayağa fırladık. 'Beyim,' dedim, 'sizin tiyatroya verdiğiniz değer parayla pulla ölçülmez. Bu akşam ailenizle birlikte misafirimiz olursanız şeref duyarız.'"
***
Ezra Pound, bir şiirinde yazar olmaktan yakınıyor. "Tanrım, küçük bir tütüncü dükkanı ver bana. Ya da hangi mesleğe yazarsan yaz... İnsana her zaman beyninin gerektiği bu kahrolası yazarlık mesleğinden başka" diyor.
Tiyatroculuk, yazarlık gibi de değil üstelik. Beyin dışında, sürekli fiziksel dirilik de istiyor.
Tanrı, istediği tütüncü dükkanını verseydi, iki gün sonra kepengi kapatıp yine yazarlığa dönerdi Pound. Çünkü o da çılgınlardan biriydi.
Sahne tozunu bir kere yutmuş tiyatrocular gibi.
***
Tiyatro elbette "zor zanaat". Sevdiğin oyunlarda, gönlünün çektiği rollerde oynamak isteyeceksin. Seyircini avucunun içine alarak doyuma ulaşacaksın. Bunu yaparken de açlıktan ölmemeye, belirli bir yaşam düzeyi tutturmaya çalışacaksın.
"Tiyatro patronu" olmak belki daha da güç. Sanatını icra ederken işletmeni de ayakta tutmak zorundasın.
Özel tiyatrolar bunu başarmaya çalışıyor. Ödenekli tiyatroların rahatlığı içinde değiller. Gerçi o rahatlığın ne kadar geçerli olduğu (ya da derecesi) tartışılır; ama yine de özel tiyatroların karşılaştığı birtakım sorunlarla karşı karşıya olmadıkları ortada...
***
Mehmet Karaca'nın anısına döneyim... Seyirci ne olacak?
Seyirci olmak da güç. Diyelim, seçici bir seyircisin. İstanbul Bahçeşehir'de oturuyorsun. Görmek istediğin oyun Kadıköy'de. Mutlaka göreceksen, küçük çapta bir Haçlı seferlerine hazırlanmalısın. Seçici değilsen, kendi çevrendeki bir tiyatroya gitmek istiyorsan, günümüz koşullarında, giderlerinden birtakım aktarmalar yaparak bilet ücretini denkleştireceksin.
***
İstanbul Şehir Tiyatroları'nın "Bir liraya bilet" kampanyasını değerlendirirken, konuyu sadece "herkesin ayağını tiyatroya alıştırmak" olarak görmemeli.
Tiyatroyla hiç ilgilenmemiş kimseler bilet ücreti bir lira olduğu için salonları dolduracak mı?
"Tiyatro sudan ucuz" diye salonlara koşanların içinde bu sanatla ilgilenme, belirli bir düşün ve yaşam düzeyine ulaşmak için çaba gösterme isteği uyanacak mı? Yoksa o seyirciler, başka alanlarda da örneklerini gördüğümüz gibi, kendi "talep" lerine göre gösteriler düzenlenmesini mi sağlayacaklar?
Bir süre sonra bu "haksız rekabet" zaten parasal sorunlarla boğuşarak yaşamayı sürdüren kimi özel tiyatroların kapanmasına yol açacak mı?
Çözümün sadece bilet ücretlerini aşağıya çekmekte olduğunu düşünmüyorum. Bu girişimin çılgınlar sayesinde ayakta kalmış bir kültür ve sanat kalesini de düşürmesinden korkuyorum.
***
Bilet ücretleri elbette düşürülmeli, elbette herkes tiyatroya gidebilmeli. Ama bunu yaparken ayrıntılar göz ardı edilmemeli. Yarın devlet günlük gazete basıp her eve bedava dağıtırsa ne olacak?
"Bir liraya bilet" kampanyasını sadece belirli salonlara seyirci çekmek, tiyatroya ilgiyi artırmak çabası olarak görmemeli. Çözümler geniş kapsamda bir kültür politikası içinde aranmalı.
1950'lerin sonunda, üniversite yıllarımızda Beyazıt Çınaraltı Kahvesi'nin hemen yanında bir adam durur, sabah sekizden akşam sekize kadar elindeki kitapları satmak için soluk bile vermeden bağırırdı:
"Namaz hocaaasııı... Bir lira!"
"Tiyatro bileti bir lira" kampanyası da biraz onu hatırlatıyor bana.