"Bin dokuz yüz seksen yılının ilk üç ayı bitmiş; Çukurova, 'ilkyazda' yeşil önlüğünü giymişti. Günlerden cuma, saat sabahın dokuzuydu. Son cemre toprağa karışmış, köy bahara uyanmış, havalar birden ısınıp yeni yeşermiş buğdaş başaklarının tarladaki yolculuğu başlamış, ağaçlar da meyveye yatmıştı. Tepeleri karlı Toroslarla Akdeniz'in mavi suları arasında kalmış olan ova bütünüyle yeşile bürünmüştü. Topraktan âdeta yaşam fışkırmıştı."
Yukarıdaki satırlar, aynı zamanda siyasetle de iştigal eden edebiyatçı hemşerim Talat Özyürek'in Pasaklı Aşk adlı romanından. Özyürek; 'yaşamın fışkırdığı' bereketli toprakları doğallık ve ruhla anlattığı romanında başkarakter Gablan Ağa'nın aşk öyküsünü Çukurova'ya özgü çatışmalarla ustaca harmanlamış. Böylelikle ortaya Orhan Kemal'in bizi ilk gençliğimizde edebiyata âşık eden Kanlı Topraklar, Vukuat Var, Hanımın Çiftliği; ama özellikle de Bereketli Topraklar Üzerinde adlı romanlarının izinden giden üçlemenin ilk kitabı çıkmış. Özyürek, üçlemenin ikinci kitabını da bitirdi, üçüncüsü de yolda. Merakla bekliyoruz.
Okumaya başladığınız yazı; yalnızca bir edebiyat değil, yer yer bir Adana yazısı, kimi yerde de beni etkileyen ilginç ayrıntılar bulduğum ansiklopedik bir eserden yola çıkarak bazı istihbari meslek anılarımı aktardığım bir yazı olacak.
Bahse konu eserin adı, Adana'dan Portreler Galerisi. Bu nedenle başlığı; 13 yıldır SABAH Pazar'da yazdığım köşenin isminden yola çıkarak Üç Boyutlu Adana Portresi koydum.
Adana'dan Portreler Galerisi'ni ansiklopedi olarak nitelendirdim, çünkü o derece kapsamlı. Hazırlayan da Adanalı meslektaşımız Taner Talaş. Sağolsun, Birinci Cildi'ni imzalayıp göndermiş. (İkinci cildi de hazırlanıyor) Eserde Adanalı sanat, siyaset, bilim ve iş insanlarının yeni bilgilerle dolu portreleri yer alıyor.
Orhan Kemal'den (Benim için asıl 'Orhan Baba', Orhan Kemal'dir) Yaşar Kemal'e, Ali Şen'den Arif Keskiner'e, Yılmaz Güney'den Bilal İnci'ye, Şener Şen'den Meral Zeren'e, Müslüm Gürses'ten Burhan Bayar'a, Ferdi Tayfur'dan Selahattin Özdemir'e, Faruk Tınaz'dan Kurtuluş Türkgüven'e, Timur Savcı'dan Kıvanç Tatlıtuğ'a, Ali Müfit Yeğenağa'dan Özdemir Sabancı'ya, Mustafa İnan'dan İsmail Berduk Olgaçay'a, Kasım Gülek'ten Devlet Bahçeli'ye, Necmettin Erbakan'dan (Dedesi eski adı Haçin olan Saimbeyli'den) Ömer Çelik'e; Türk edebiyatı, sineması, müziği, siyaseti ve ekonomisine damga vurmuş isimlerin portreleri yer alıyor. Başta Talaş olmak üzere bu işte emeği geçenler; inanın sadece Adana için değil, Türkiye için de büyük bir iş yapmışlar.
YAHUDİ MİTOLOJİSİ'NDE 'ÂDEM'İN KABURGASI'
Şimdi sert bir ara başlıkla mitolojiye girelim. Adana Portreler Galeresi'nde kentin tarihiyle, daha doğrusu ezoterik/mitolojik kuruluş öyküsüyle ilgili ilginç bilgiler yer alıyor. Önce bu öyküyü iki cümleyle anlatalım, sonra kaynaklara bakarak ayrıntıya gireceğiz.
Yunan mitolojisine göre 'gök tanrısı' Uranüs'ün, Titan olan oğulları Adanus ve Sarus, Tarsuslular ile yaptıkları savaşta yenildikten sonra Adana şehrini kurdu. Adanus; Adana'ya, Sarus ise Seyhan Nehri'ne adını verdi.
Ben bu Adanus titanı hakkında epey araştırma yaptım. 1955 yılında kaleme alınan Adam's Rib (Âdem'in Kaburgası) adlı kitapta Adana'nın ismine ilham veren Titan şöyle anlatılıyor:
"Yedi Titanın isimleri, Yunan mitolojisi yazarlarınca, farklı şekillerde verilmiştir. Her bir listede bulunan tek çift olan Rhea ve Kronus; sırasıyla, Venüs gezegenine (Cuma) ve Satürn gezegenine (Cumartesi) hükmediyordu.
Pausanias'ın listesi Adanus Titanı'yla başlar. Bu (Adanus), meşe palamudu anlamına gelen Yunanca bir kelimedir. Âdem ve Aden kelimeleri ile de benzerlik arzeder. Meşe palamudu, erotik bir algıya sahipti. Ve Antik Miken'in güvercin tanrıçasının ezoterik ağacı, yağmur yağma ayinlerinde kullanılıyordu."
(Kitabın tam metnine Florida Üniversitesi'nin kütüphanesindeki şu linkten ulaşabilirsiniz: http://archive.org/stream/adamsrib00grav/adamsrib00grav_djvu.txt
Yukarıdaki satırların yazarı, mitoloji üzerine yıllarca çalışmış ve hayatı boyunca 140'tan fazla eser vermiş olan İngiliz romancı ve şair Robert Graves. Graves, Âdem'in Kaburgası'nda Genesis'ten (Yaradılış Kitabı) yola çıkarak Yahudi eskatolojik metinlerini yeniden yorumluyor, yazıyor.
Genesis'in pek çok yerinde geçen Adanus kelimesinin, Âdem ve Aden kelimeleri ile etimolojik akrabalığı, bu işin uzmanlarınca araştırılması gereken bir konu. Ama bunu sadece bir etimolojik akrabalık olarak düşünmek lazım. Çünkü daha ötesi, hep spekülatif, uçuk sonuçlar veriyor. Birkaç misal:
Aden -malum- Yahudi mitolojisinde Âdem ile Havva'nın yaşadığına inanılan cennet bahçesi. Aden'de akan dört nehirden birinin Fırat ve Dicle olduğuna inanılıyor. Hatta Alman Der Spiel Dergisi, Tevrat'ı 'haber kaynağı' kabul ederek
Âdem ile Havva'nın Urfalı olduğunu bile haber yaptı. Göbeklitepe'ye atıfta bulunarak… Ancak Göbeklitepe'de kazı yapan ekibin başkanı Alman arkeolog Prof. Dr. Klaus Schmidt, "Göbeklitepe önemli bir tapınak alanıdır. Fakat Âdem ve Havva ile ilgisi yoktur" dedi. Dolayısıyla Hazreti Âdem'in diğer bazı peygamberler gibi 'Urfalı' olduğu iddiasının hiçbir dayanağı bulunmuyor.
Ayrıca Yahudilikte ve hatta İslamiyet'te Hazreti Âdem'in cennetten kovulduktan sonra yeryüzünde indiğine inanılan yer Sri Lanka. Nam-ı diğer Seylan. Hindistan'ın güney ucunda, okyanusta bir ada ülkesi. Cennet gibi yer ama yakın tarih boyunca pek huzur bulmamış. Bkz: Tamir Kaplanları.
Hazreti Havva ise cennetten kovulduktan sonra Etiyopya'ya gönderildi. Sonra Mekke'de buluştular. Buluştukları yere Arafat, buluştukları güne de arefe denildi.
Öte yandan Adam kelimesinin İbranice'de 'kızıl toprak' anlamına geldiği biliniyor. Adam'ın yani Âdem'in, Sanskritçe'deki karşılığı 'Adanath'. Ad ise, Sanskritçe'de bir kelimenin önüne geldiğinde ona ilk anlamını katıyor. Bu isimlerin de Sümer'deki ilk kral Adapa'dan geldiği düşünülüyor.
Adana'ya ismini veren mağlup titan Adanus'un da ismini buradan almış olması yüksek ihtimal. Robert Graves de Antik Mısır'da Firavun Akheneton döneminde başkent olarak kullanılan Tell-el-Amarna'da 15. Yüzyıl'da bulunan Sümer Yaradılış mitolojisine ilişkin Adapa tabletlerinin bu konuda önemli bir kaynak olduğunu söylüyor.
ADANALI DİPLOMATIN HİRAM ABAS'LA POLEMİĞİ
Şimdi gelelim Adana Portreler Galerisi'nde yer alan isimlerden beni en çok şaşırtanına… Bu eser sayesinde 2000 yılında tanıdığım ve uzun uzun sohbet ettiğim rahmetli İsmail Berduk Olgaçay'ın Adanalı olduğunu öğrendim.
Hâlbuki pek Adanalı'ya benzemiyordu.
Beni tanıyanlar bilir, uzun sohbetlerde mutlaka insanların nereli olduğunu sorarım. Yanlış anlaşılmasın, mikro milliyetçilik yapmak için değil... İnsanlara nereli olduklarını sormak ve memleketleriyle ilgili konuşmak, hatta şayet bilgim varsa derinlemesine konuşmak hoşuma gider. Demek ki rahmetli Olgaçay'la buna fırsat bulamamışız.
Adana; pek çok edebiyat/sinema/müzik sanatçısı ve devlet adamı 'doğurmuştur'. İlk akla gelenlerin haricinde bile çok var. Bu kişilerden biri olan İsmail Berduk Olgacay, eskilerin deyimiyle Hariciye'de Sefaret dâhil önemli görevlerde bulunmuştu. Şimdi dışarıdan muhafazakâr bir bakışla 'monşer' olarak görülebilirdi. Yeni Şafak'ta yazılar yazıyordu. 1990'ların sonu ve 2000'lerin başında...
Bin yıl süreceği iddia edilen 28 Şubat'ın pandemi gibi platosuna eriştiği dönemden söz ediyorum. Devlet içinde bir sürü hizip birbiriyle çekişiyordu o dönemde. Ben bir kısmına şahitlik de ettim gazeteci olarak.
MİT eski Kontr-Terör Merkezi Başkanı (Artık böyle bir birim yok, o yüzden hakikaten eski) Mehmet Eymür bu çekişmelerin odağında olan isimlerden biriydi. Berduk Bey de, benim 2000 yılının Kasım ayında röportaj yaptığım Mehmet Eymür'e Tasmalı Çekirge kitabında yüklenmişti. 25 yaşında yaptığım Eymür röportajı o dönem için büyük bir gazetecilik başarısıydı ve Berduk Bey benimle konuşmak istemişti.
O dönemde bürokrasideki kavgalar ise genelde izzetinefis meselelerinden kaynaklanırdı. Mehmet Eymür'le İsmail Berduk Olgaçay'ın kavgası da öyleydi. Olgaçay'ın bana anlattığına göre, casusluk (Bulgarlara, daha doğrusu aslında KGB'ye çalıştığı düşünülen biriydi) suçundan tutuklanan bir şahıs, sorgusunda Mehmet Eymür'e "Olgaçay'ı Bulgar istihbaratı ile tanıştırdım" minvalinde bir ifade vermişti. Ancak kuvvetle muhtemel baskı altında verilmiş (O dönemde MİT, hele de 'Hiram Abas'ın prensi' tarafından sorgulanmak bile başlına başına baskı) bir ifadeydi. Olgaçay böyle bir adam değildi. Kimin haklı kimin haksız olduğunun sorgusunda değilim.
Ama Olgaçay, hakkında bu ifadenin alınmış olmasından çok rahatsızdı ve bu yüzden Tasmalı Çekirge adlı kitabında Hiram Abas ve Mehmet Eymür'e 'mason' dedi. Eymür'ü 21 yıldır tanıyorum, mason olduğu izlenimini uyandıran hiçbir emareye rastlamadım bugüne kadar. Eğer çok ketum ve bu yönünü gizleme konusunda olağanüstü yetenekli değilse mason olduğunu düşünmüyorum.
Ama Hiram Abas masondu. Bu bilgiyi, ilk kez MİT eski İstanbul Bölge Başkanı rahmetli Osman Nuri Gündeş'ten duymuştum. Sonra zaten Soner Yalçın, Doğan Yurdakul'la yazdığı Bay Pipo'da bu bilgiye yer verdi.
Derken hatırımda kaldığı kadarıyla 2006 senesinde FETÖ'cülerin zeki, derin kalemlerinden Tuncay Opçin'in çıkardığı Chronical Dergisi'nde bu konuda kapsamlı bir dosya yayınladı.
Hiram Abas'a ismini veren kişi, mason olan dedesi Mübarek Galip Eldem'dir.
Yıllarca müzeler genel müdürlüğü de yapmış bir arkeolog olan Eldem, ünlü ressam Osman Hamdi Bey'in yeğeniydi. Yani Kaplumbağa Terbiyecisi adlı eserin yaratıcısı Osman Hamdi Bey, Hiram Abas'ın dedesinin amcası oluyor.
Şimdi biraz daha ayrıntıya girelim. Hiram Abas masondu evet ama nasıl bir masondu ve neden hedef seçilip öldürüldü sorusuna yanıt vermeye çalışalım.
Abas'ın adına ilham veren Hiram Usta ya da Hiram Abi, Yahudi ezoterizmine göre Süleyman Tapınağı'nın ustasıdır. Masonlar (Batı dillerinde 'duvar ustası' demek. Muhtemelen Mısır'dan önce Yunan mitolojisine, dolayısıyla Yunanca'ya, oradan da Latince'ye geçmiştir) Hiram Usta'yı peygamber seviyesinde görürler. Mısır inisiyesinde İdris Peygamber olarak görülen bir 'Terzi Hermes' değildir ama önemlidir.
Masonlar, daha uluslarüstü, küresel, hatta dinler üstü, çatı din perspektifinden bakarlar dünyaya ama Hiram Abas böyle bir mason değildi. 'Ulusalcı' bir masondu. 1990 yılında öldürülmeden önce onun amirliğinde pek çok operasyona çıkan istihbaratçılar ve atış talimlerinde sandık sandık mermi yaktığı dostları bunu söylerdi. Abas, çapraz ateş sonucu trajik biçimde öldürüldü ama bu, çok iyi bir silahşör olduğu gerçeğini değiştirmez. Sol cephede Yılmaz Güney nişancılıkta neyse (Bunu da eski istihbaratçı Cemal Alparslan Ertuğ'dan duydum) devlet içinde de Hiram Abas oydu.
Gelelim Abas'ın suikastla hedef seçilme sebebine… Sekizinci Cumhurbaşkanı Turgut Özal, Hiram Abas'ı ilk sivil müşteşar olarak MİT'in başına düşünmüştü. Bu, engellendi. Abas'ın bu nedenle öldürülmüş olma ihtimali çok yüksek. Elimde kanıt yok, ama istihbarat uzmanı bir gazeteci olarak bunu hissediyorum.
Bununla birlikte Abas, misal bugünün stratejik istihbarat ihtiyaçlarına uyacak bir müktesebata sahip değildi. Daha çok saha adamıydı. Hâlbuki çağımızın MİT başkanları entelektüel olmak zorundadır. Yani kendi mesleki bilgisinin yanı sıra dünyayı değerlendirecek politik, sosyolojik, sanatsal ve felsefi düşünce sistematiğine sahip olmalıdırlar. Hiram Abas, onu yakın tanıyanlardan dinlediğim kadarıyla böyle bir adam değildi. Ama kendi dönemi için önemli, çok önemlidir. Allah rahmet eylesin.
Adana'dan Portreler Galerisi'nde rahmetli İsmail Berduk Olgaçay'ı da görünce 2000 yılındaki uzun sohbetimiz bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti. Hatırladıkça o döneme dair bazı özel bilgileri sizlerle paylaşmak istedim.
Portreler Galerisi'nin ilk cildini Adana ve Türkiye'ye kazandırdığı için Taner Talaş ve diğer emeği geçenlere tekrar teşekkür ediyorum.
Bugün, malumunuz yılın son günü. Yarınınız (2022) bugününüzden (2021) aydınlık olsun.