Dünyada düzen yerle bir olup yeni bir düzen kurulurken, Türkiye de kendi tarihini yazıyor. Bazı iflah olmaz muhalifler belki farkında değil ama yakın gelecekte tarihçiler bu dönemi yazarken ve yorumlarken bu durumu anlayacaklar ve ömürleri yeter ise görecekler de. Doğu Akdeniz'de atılan en kritik adımın ne anlama geldiğini anlatmadan önce, yazılan tarihin bir başka bölümü olan Suriye ve mülteci politikamızın devamı gereği, Başkan Erdoğan ile geldiğimiz Cenevre'deki Küresel Mülteci Forumu'nun anlamıyla ilgili bir kaç detay paylaşmak isterim.
Dünyada en fazla mülteciye ev sahipliği yapan Türkiye, hem mültecilerin durumunun iyileştirilmesi hem de bu insanları ülkelerinden göç etmek zorunda bırakan şartların ortadan kaldırılması için uluslararası platformların tümünde en anlamlı adımları atan tek ülke. Kalıcı çözüm, güvenli bölge oluşturulması, güvenli ve gönüllü geri dönüşün sağlanması adına tüm muhataplarına hem sahada hem masada tüm kararlılığıyla aynı noktadayız. Ve bunun sonucunu almadan da en küçük bir geri adım atmamız da söz konusu bile değil.
Gelelim, tarihin yazıldığı en önemli adıma. Libya ile imzalanan mutabakat ile, Doğu Akdeniz'de Türkiye'yi devre dışı bırakmaya çalışan ve paylaşım yarışına giren ülkelerin bütün oyununu bozduk. Hatta Başkan Erdoğan'ın ifadesiyle "Sevr'i ters yüz ettik". Tamamen meşru ve hukuki hakkımız olan bu anlaşma ile Yunanistan'ın, Kıbrıs adası üzerinden Doğu Akdeniz'de kurmaya çalıştığı seti kırmış olduk.
Bugünden görünen tablo bu olsa da, olay Başkan Erdoğan'ın dediği gibi çok büyük. Türkiye'nin önümüzdeki 50 yıllık ekonomik ve siyasi atağının da kapısını aralamıştır bu adım. Hem Doğu Akdeniz'de suyun altındaki zengin enerji kaynaklarındaki hakkımızı aldık hem de buradan çıkarılacak enerjinin Avrupa'ya taşınmasında söz hakkının Türkiye'ye geçmesini sağladık. En büyük iki ithalat giderimizden olan petrol ve doğalgaz harcamamızın yakın ve orta süreç içinde reel sektöre aktarılması sonucunu göreceğiz bununla birlikte.
Yıllık doğalgaz giderimiz 50 milyar metreküp ve bunun sadece yüzde 2'sini üretip yüzde 98'inin ithal edildiği gerçeğinden hareketle ithalatın yarısını azaltabilsek yaklaşık 10-15 milyar dolar kaynağın içeriye aktarılması anlamına gelir bu. Keza petrolün de yüzde 92'sinin ithal edildiği ve yine bunun yarısının azaltılması durumunda 15-20 milyar dolar kaynak oluşacak. Sonuç olarak yılda 35 milyar dolar kaynağın reel sektöre ve dolayısıyla sabit gelirliye de aktarılması durumunda ekonomide ciddi bir sıçramanın olması ve kişi başı milli gelirin 15-20 bin dolarlara çıkması işten bile değil.
Türkiye, bölgesinde ve dolayısıyla dünya siyasetinde geldiği nokta ile pek çok ülkeyi kıskandırıyor. Türkiye artık kendi masasını kuran ve bu masada kimin nereye oturacağına karar veren güçlü bir ülke konumuna geldikçe düşmanlarının çoğalması doğal. Ancak burada abes olan, içerideki düşmanlardır. Ve bu gerçek kişi ve tüzel kurumlar, erken seçim ve kaos söylemleri üzerinden bir algı oluşturup suyu bulandırmak için ellerinden geleni yapıyorlar.
Geçen hafta iki günlüğüne gittiğimiz Gaziantep'te görüştüğümüz iş insanları ve sanayicilerinden seçim sözcüğüne bile tahammüllerinin olmadığını, Türkiye'nin artık önümüzdeki dört yıl boyunca üretmeye ve ekonomik büyümeye konsantre olması gerektiğini istisnasız işittik. Suriye'de yıllardır süren savaşa ve kente gelen 450 binin üzerindeki mülteciye rağmen son 5 yılda 150 fabrika kuran ve 3 milyar doları aşan yatırım ile üretim ve yatırıma konsantre olan Gaziantep, siyasetçilerin artık hizmete ve gerçek gündeme dönmelerini istiyor. Milletten kopuk ve millete rağmen siyaset yapmakta ısrar eden partiler ve siyasetçilere buradan bir kez daha duyurulur.