Yusuf Akçura 1904'te kaleme aldığı "Üç Tarz-ı Siyaset" makalesinde, buhrandan kurtuluş reçetesi olarak inkişaf eden Osmanlıcılık (Millet-i Osmâniyye), İslamcılık (Panislamizm) ve Türkçülük (Pantürkizm) akımlarını adamakıllı teşrih masasına yatırır.
Pratik gerçeklik ekseninde her birinin üstünlüklerini ve zaaflarını vukufiyetle mukayese eder.
Gelgelim... "Kurtuluş"tan sonra "Üç Tarz-ı Siyaset"ten hiçbiri hâkim olmaz; tek tarz-ı siyaset hâkim olur: Batıcılık!
Merhum Attila İlhan, Batıcılığı, Mustafa Kemal Paşa'nın "Çağdaşlaşma" çizgisinden sapma olarak görür. Laiklik bu sapmadan nasibini en fazla alandır. O kadar ki, çağdaşlaşma laikliğe indirgenir, laiklik de "dinle" mücadele etmeye!
Lakin, bu mücadeleden "Amerikancı İslam" muaf tutulur. Tıpkı "demokrasi götürmek" uğruna Irak'ta yüzbinlerce çocuğun ölümüne neden olan ABD'nin, Suudi Arabistan'ı "demokrasiden" muaf tuttuğu gibi.
***
Batıcılık resmi ideoloji olarak yerleşince komünizm, İslamcılık, Turancılık sakıncalı hale gelir.
Bu akımların müntesipleri "iti ite kırdırmak" tesmiye edilen yöntemlerle birbirleriyle kıyasıya kavgaya tutuşturulur. Komünistler, Turancılar ve İslamcılara "faşist", Turancılar da İslamcılara "yeşil komünist" der, ila ahir.
Hâkim tasnif, sol-sağdır. Solun sağ, sağın da sol olmaklığı üzerinde İdris Küçükömer'e vurgu yaparak çok yazıldı çizildi. Yani, kimin ne olduğu çok konuşuldu; lakin neyin kimlerle engellendiği hiç konuşulmadı. Bir tek İsmet Özel, "İslam'ın önü İslamcılarla kesildi, komünizmin önü de komünistlerle!.." demiştir.
Hülasa, Batılı emperyalistlerin kontrolündeki Batıcı resmi ideoloji kendisi için tehlikeli gördüğü her şeye engel olmak için her yolu denemiştir.
Hem de her alanda, sinema hariç değil.
***
Bütün bu satırları Çağan Irmak'ın yönettiği "Yeşilçam" dizisi vesilesiyle yazdım.
Öncelikle iflah olmaz bir nostalji düşkünü ve Yeşilçam tozu yutmuş biri olarak söz konusu diziyi heyecanla karşıladığımı söylemeliyim. Bu nedenle senaryodaki kimi aksaklıkları, dekoru, kostümü ve oturmamış kimi oyunculukları dönem dizisinin zorluklarını da göz önüne alarak yok saydım. Bu büyük bütçeli işe imza atan Blu TV'nin yanı sıra Yetkin Dikinciler ve Nilüfer Açıkalın'ı oyunculuklarından ötürü alkışlıyorum.
Dizi 60'lı yılların Yeşilçam'ını anlatıyor. Fakat nedense 55'teki 6-7 Eylül olaylarına büyük bir iştiyakla değiniliyor.
İştiyakla dememin nedeni... Ana akstaki hikâye cümlesinde Semih (Çağatay Ulusoy) ile Mine'nin (Selin Şekerci) neden ayrıldıklarına dair bilgi havada kalma pahasına ertelenirken, 6-7 Eylül olayları adeta kör gözüm parmağına veriliyor.
Mahut olaylarda İngilizlerin kumpasını veya Atatürk'ün evi üzerinden Gladyo'nun yaptığı provokasyonu ihsas edecek hiçbir şey yok tabii. Varsa yoksa Türk bayrakları altında sağa sola saldıran vahşi yaratıklar sürüsü!..
Adımız çıkmış dokuza inmez sekize, iyisi mi Soner Yalçın arkadaşımız söylesin: "Bu toprakların halkını küçümseyenler 6-7 Eylül 1955 olaylarını fırsat biliyor. Israrla... Bu acı olayların kendi pencerelerinden görülmesi için propaganda yapıyorlar: 'Zalim Müslüman Türkler!' Sonuçta mutlaka ekliyorlar: Hıristiyanlara 6-7 Eylül 1955'te bu zulmü yapanlar, Güneydoğu'da Kürtlere neler yapmaz ki?!.."
Yeşilçam dizisinde komünistleri mağdur eden, eserlerine "sansür" uygulayan, yapımcılara milli ve yerli filmler yapmaları için baskı yapan siyaset eşrafını temsil eden İzzet (Özgür Çevik) adlı sapık bir karakter var. Sanata sansür uygulayan bu sapık karakterli zihniyet ile 6-7 Eylül olayları yan yana gelince algı da tamamlanmış oluyor.
Bilmeyen de muhafazakâr sinemacıların önü açılsın diye solcu sinemacılara engel olunmuş sanır.
Metin Erksan, Halit Refiğ, Vedat Türkali, Ö. Lütfi Akad, Yılmaz Güney sağcı mıydı?
Murat Aşkın müstearıyla senaryolar yazan Kemal Tahir, Mümtaz Osman müstearıyla Nâzım Hikmet, Ali Kaptanoğlu müstearıyla Yeşilçam'da arzı endam eden Attila İlhan sosyalist değil miydi?
Madem 60'lı yıllarda onca baskı yapıldı, neden Yücel Çakmaklı'nın 70'lerde çektiği bir iki filme kadar "Milli Sinema" örneği tek bir film yok?
Kaldı ki Mehmet Kılıç'ın yönettiği 77 yapımı Cüneyt Arkın'lı Güneş Ne Zaman Doğacak filmine bile tahammül edilmedi. Gösterildiği tüm sinemalar yakıldı. Tüm günahı da, mülteci bir Türk'ün dramını anlatmaktı. Sansür, tamam da, bunun vebali neden Batıcılar yerine, bir filmine bile tahammül edilmeyen "dindarlara" yüklenir?
Attila İlhan bir defasında şöyle dememiş miydi:
"Filmlerde ezan olamazdı. Mevlit olamazdı. Cenaze sahnelerini, dini merasimleri gösteremezlerdi (...) Bizim sansür kurulumuz ezanı yasak ediyor, namazı yasak ediyor. İyi de biz yıllardan beri Amerikan filmlerinde kiliseleri görüyoruz. Ayinleri görüyoruz, çanlar çalıyor, mezarlarda definler yapılıyor, dualar ediliyor, nikâhlar, kilisede yapılıyor. Bunların hepsini seyrediyoruz. Gâvurlara izin var da, Müslüman olduğumuz için bize mi yok?.."