Henüz 17 Ağustos 99 depreminin travması atlatılmış değildi. Bilim insanları da hemen her gün felaket "öngörüsünde" bulunuyorlardı.
Günlerden bir gün kaynağı belirsiz bir şâyia şehre yayıldı:
"Bu gece deprem olacak!"
Can arkadaşım Ahmet Kekeç'le her akşam buluştuğumuz o salaş kahvehanenin müdavimleri de bu şâyianın etkisine girmişti.
Ahmet gayet emin bir şekilde "Rahat olun," dedi, "bu geceki deprem ertelendi."
Gülmemek için kendimi zor tutmuştum.
Zaten eşzamanlı polis baskın yapmış, Ahmet Kekeç'i alıp götürmüştü.
Kahvehane sakinleri kalakalmıştı.
Neden sonra içlerinden biri, "Deprem ertelendi demek de mi yasak?" dedi.
28 Şubat süreci henüz bitmiş değildi.
Ahmet Kekeç o vakitler maruz kaldığı kovuşturmalar nedeniyle Mehmet Ertuğrul Yavuz müstearıyla yazmak zorunda kalmıştı.
Yeni Şafak'taki köşesinde, "Cumhuriyet savcıları köşe-bucak Mehmet Ertuğrul Yavuz'u arıyormuş... Hakkımda bazı davalar açılmış" demişti, "Bir de 'tazminat davası' söz konusu.../ Yargıtay 8. Ceza Dairesi'nin değerli üyelerinden biri, ismi lazım değil, kendisine hakaret ettiğim gerekçesiyle 2.5 milyar lira para istiyormuş..."
Kahvehane sakinleri elbette bütün bunlardan habersizdi ama alabildiğine sahici insanlardı.
Biz de zaten ikiyüzlülerden, mürailerden, züppelerden kaçıyorduk.
***
Bu köşe yazısını aşağıdaki linke tıklayarak sesli bir şekilde dinleyebilirsiniz
Cenazesinde her kesimden insan vardı. Kamyoncu, taksici, berber, muhasebeci, edebiyatçı, siyasetçi, iş adamı, işçi...
Ahmet Kekeç "seçkincilikten" nefret ederdi.
Bir de "hüzünden" nefret ederdi. Edebiyat çevrelerinde çok sevilen (daha doğrusu tüketilen) "hüzün" hiç hazzetmediği kelimelerdendi.
Ayşe (Şasa) Abla da hüzünden nefret eder, sıklıkla, "
Biz neşemize bakalım şekerim" derdi.
Biz de Ahmet'le "neşemizi" adeta taştan çıkarırdık. O kadar ki hiç olmadık şeylerdeki komiği bulur, birbirimizle paylaşıp neşemizi bulmak için akşamı iple çekerdik.
Onun kadar esprinin / mizahın hakkını veren başka bir insan tanımadım.
Hüseyin Kartal'ı 2013'te kaybedince "neşemiz" de kaybolmaya başladı.
Hüseyin abimizin ardından şöyle yazmıştı: "Bir gün çıkıp gelmişti çalıştığım dergi bürosuna,
'Tatlıcılık yapıyordum, şimdi roman yazıyorum' demişti (...) Mesafeden hoşlanmıyordu, hoşlanmadığını belli eden teklifsiz rahatlığı beni de etkilemişti ve
'hah işte, bu' demiştim (...) O gün (tanıştığımız ilk gün), dakka bir gol bir,
'Bırak abi yaa. Senin yazdığın romandan ne olur' demiştim. Buna çok güldüğünü hatırlıyorum. Bu nevi takılmaları özellikle istediğini ve beklediğini söylediğinde şaşırmıştım (...) Romanlarıyla çok hizmet etti ve tahayyülündeki dünyaya ilişkin önemli ipuçları sundu. Bunu görmek sevindiriyordu onu.
"Bir görevi ifa ediyorum" diyordu.
'Abi biraz sanat katsan şunlara' dediğimde köpürüyordu,
'Ne sanatı lan? Sanatı siz katın. Salih Tuna ve sen... Biz ümmetin derdini yazıyoruz' diyordu. / Ama
Hüseyin Kartal, bizim için
"romancı ve şair Hüseyin Kartal" değildi. Hüseyin abiydi. /Hayat gailesi onu nerelere sürüklediyse, hep peşinde olduk... / Bizi dinlerdi. Takılmalarımıza katlanırdı. Mukabil takılmalarıyla canımızı sıkardı. Daha doğrusu,
'canımız sıkılmış gibi' yapardık. Oyunumuzu fark edince kızar, içinde
'ulan' geçen cümlelerle saydırırdı..."
Öyleydi.
28 Şubat sürecini Hüseyin Kartal'a, onun şaka kaldıran yanına sığınarak atlatmıştık.
***
İdrak etmekten bile aciz kaldığım Ahmet Kekeç'in yokluğunda ben şimdi kime sığınacağım?
Ayşe Şasa yok, Akif Emre yok, Hasan Nail Canat yok, Mustafa Öcalan yok, Orhan Evci yok...
Sevgili kardeşim Ahmet Kekeç çok genç yaşta (28) kaybettiği arkadaşı Burhan Bayhan için "
Kalanlar" adlı deneme kitabında şöyle demişti:
"Öldün de, say ki kurtuldun.
Bizim çekeceklerimiz var.
Allah yazdıysa çekeriz de, dünya giderek ıssızlaşıyor, film kopuyor, realite gün geçtikçe daha acıtıcı oluyor.
Sorun bu!.."