Günler geçtikçe azalacak yerde daha da artıyor. Nasıl bir hüzün, nasıl bir keder anlatamam!
Biraz olsun kafa dağıtmak için hafta sonu maçlara baktım, kitap falan karıştırdım, film izledim olmadı...
Çoğu gitmiş azı kalmış dostlarımla telefonla sağdan soldan konuştum fayda etmedi.
Bir okur, "Hayata dön Salih Tuna" demiş sosyal medya üzerinden... Nasıl dönülür hayata, nasıl döneceğim bilmiyorum. Can arkadaşım Ahmet Kekeç'le birlikte 40 yılımı da gömdüm Eyüp Sultan haziresine.
Hatıralarımla yapayalnız kalakaldım.
Zor, gerçekten çok zor...
***
Bu köşe yazısını aşağıdaki linke tıklayarak sesli bir şekilde dinleyebilirsiniz
Ahmet Kekeç 28 Şubat sürecinin cefasını
çeken efsane bir yazardı.
Lakin
gönüldaşlarının iktidarında da sefa
sürmedi. Dahası, en ufak torpil veya zerre miskali
iltimas aklının ucundan bile geçmedi.
"
Yandaş" diye çemkirenlere bir defasında, "Ben 40 yıldır aynı şeyleri yazıyorum, belki
AK Parti benim yandaşımdır" demişti.
Biz gönüldaşlardık.
"Yandaşlık" iktidardan pay kapmak isteyenlerin harcıdır.
***
Sayın Erdoğan'ın başbakan,
Beşir Atalay'ın içişleri bakanı olduğu dönemde
Ahmet Kekeç
Star'da yazıyordu, ben Yeni
Şafak'ta.
Akşama doğru buluştuğumuz kıraathaneden gece yarısı ayrılmıştık.
Park ettiğim yerde arabam yoktu.
"Hay Allah, çekmişler galiba..."
Park ettiğim semtten çekilen araçların hangi otoparka getirildiklerini sorup öğrendik.
Gelgelelim, otoparktaki görevli verdiğimiz bilgilerle önündeki kağıdı kontrol edince, "Burada değil" dedi.
"Ne yapmak lazım gelir" diye sorduk. "Karakola bildirin" dedi.
"İyi yarın bildiririm ben" deyince, "Yarına bırakırsanız, başınız ağrır" dedi otopark görevlisi. "Arabayı çalanların ne yapacağını nerden biliyorsunuz!"
"Adam haklı," dedi Ahmet.
Semt karakolunun yolunu tuttuk.
Park ettiğimiz şu marka şu plakalı aracımız çalındı diyecektik, hepsi bu.
Fakat saatler geçiyor bir türlü sıra bize gelmiyordu. İti kopuğu, hırlısı hırsızı, katili psikopatı sanki anlaşmışlar gibi o gece biteviye semt karakoluna akmıştı.
Sıra bize gelse de "Acil değil" diye habire öteleniyorduk.
Bir polis memuruna "Her gece böyle mi burası?" dedim. "Yok yahu!" dedi, "Bu gece bi tuhaf..."
Gerçekten de tuhaftı.
Canımız felaket sıkılmaya başladı. Ahmet, "Selahattin Abi'yi arayalım mı abi?" dedi. "Ara abi" dedim. Aradı. (Yıllarca genel yayın yönetmenliğini yapan Selahattin Sadıkoğlu aynı zamanda ahbabıydı.) Bir süre konuştuktan sonra telefonu kapattı.
"Ne dedi," dedim.
"Gazeteciyiz deyin" dedi.
Güldük.
Başka?
"Deve dişi gibi yazarsınız," dedi.
Daha çok güldük.
"İyi abi," dedim, "söyle gazeteci olduğunu."
"Ben söyleyemem, sen söyle abi" dedi.
"Ben hiç söyleyemem abi," dedim. "Ama istersen deve dişiyiz diyeyim."
"Neyin deve dişi?" diye sorunca nerdeyse gülme krizine girecektik.
Falan olsaydı şimdi, dedi, karakol amirine çay bile söylettirirdi, biz gazeteci olduğumuzu bile söyleyemiyoruz.
Güldük.
Ben de filan olsaydı valiyi bile arardı, dedim. Ahmet el yükseltip, "O içişleri bakanına valiyi aratırdı" dedi. En çok da buna güldük.
Dehrin sefasını süren o falan ve filanlar şimdi "taze muhalif" oldular.
Gönüldaşlarının iktidarında dahi en ufak torpil veya zerre miskali iltimas aklının ucundan geçmeyen can arkadaşım Ahmet Kekeç'e rahmet dileğinde bile bulunmadılar.