Türk Hava Yolları'nın Montreal seferlerinin başlaması dolayısıyla geçen hafta 4 günümü Kanada'nın bu büyük, önemli ve çift anadilli (Hem İngilizce, hem Fransızca) kentinde geçirdim.
Montreal kadar güzel bir kent dünyada birkaç tane ya var, ya yok. Çepeçevre ormanlar kuşatıyor. Nehirlerin, göllerin haddi hesabı yok. Caddeler geniş ve pırıl pırıl...
Eh, halkın da keyfi yerinde. Kişi başına düşen milli gelir 50 bin dolara yakın. İşsizlik yok denecek kadar az. Hemen herkes bir ev ve birkaç araba sahibi. Daha ne olsun...
***
Ama bu kitlesel mutluluğun arka planında kişisel dramlar gizli.
Örneğin, uyuşturucu bağımlılığı toplumsal facia boyutlarında. Sadece geçen ay 15 kişi "Altın vuruş" kurbanı oldu.
Ayrıca,
şiddet de hiç beklenmedik zamanlarda, hiç düşünülmedik biçimlerde kendini gösteriyor. Tıpkı yanardağ patlaması gibi.
Ben oradayken Montreal'de iki trajedi yaşandı.
Biri uluslararası medyaya da taşındı: 24 yaşında bir genç kurulu düzene başkaldırdı. Tepeden tırnağa silahlanıp düzenin simgesi olarak gördüğü güvenlik güçlerine savaş açtı. Bilanço: 3 jandarmayı öldürdü. SABAH dahil dünya basını olayı "Montreal Rambosu" diye verdi.
İkinci olay yerel medyada kaldı: Genç bir çift. 16 aylık oğulları var. Geçinemeyip ayrılıyorlar. Aralarında çocuğun velayeti kavgası başlıyor. Mahkeme anneye veriyor, babanın da hafta sonları görmesine izin tanıyor. Baba son hafta sonu, çocuğu teslim edeceği saatlerde anneye "Çocuğunu görememek nasıl bir şey, sana tattıracağım" mesajı çektikten sonra arabasına atlıyor. Bebek de arka koltukta. Bir demiryoluna geliyor. Rayların üstüne park ettiği arabanın önüne çıkıyor. Bebek arabanın içinde. Ve treni bekliyor... Makinist fark ettiğinde iş işten geçmiş oluyor. Tren arabayı ezip geçiyor. Baba da, bebek de paramparça...
Montreal'de yayınlanan "La Presse" gazetesinin yazarlarından Pierre Foglia bakın bu olayı nasıl yorumladı:
"Ne zaman böyle bir dram patlak verse, beni en çok ne dehşete düşürüyor biliyor musunuz; bizi, sizi ve milyonlarca kişiyi, hayatı alabora olanlardan, her şeyi bitirmek için en delice eylemlere kalkışanlardan ayıran duvarın inceliği. Onların ürkütücü umutsuzluğu, aslında hepimizin umutsuzluğu değil mi? Evet, kimseyi öldürmedik. Ama öldürenlerle aramızdaki duvar o kadar ince ki..."
***
Yazıyı bitirdikten sonra, otelimize birkaç blok uzaklıktaki bir heykeli -yeniden- görmeye gittim.
McGill Koleji'nin önündeki heykel,
"Aydınlanmış Kalabalık" adını taşıyor. İngiliz kökenli Fransız heykeltıraş Raymond Mason'un yapıtı.
3.14 metre yüksekliğinde, 8.6 metre uzunluğunda ve 3.2 metre genişliğindeki heykel, dört basamağa yerleştirilmiş 65 kişiden oluşuyor. Her renkten, her ırktan 65 kişi. Kadın, erkek, çocuk, yaşlı...
Heykelin ön tarafındakiler bir ışığa bakıyorlar... Geriye doğru ışık giderek azalıyor, en sondakiler karanlıkta kalıyor. İşte heykele iliştirilmiş bir plakette, yapıtın yorumu:
"Bir gösteriyle, bir yangınla veya bir idealle aydınlanmış kişiler, ufuktan gelen bir ışık demeti içindeler. Işık kalabalığın arka saflarına doğru giderek zayıflıyor ve azaldığı yerde duygular bozulmaya başlıyor. Kalabalığın en arkalarında şiddet ortaya çıkıyor ve türümüzün kırılganlığını gösteriyor. Aydınlıktan karanlığa... Aydınlanma, umut, ilgi, neşe, öfke, korku, hastalık, şiddet, cinayet, ölüm... Duygunun bu dereceleri zamanın akışını haykırıyor..."
***
Evet, hepimiz sakin bir hayat süren uysal yurttaşlarız. Ama hayatı bir anda alabora olanlarla aramızdaki duvar o kadar ince, aramızdaki çizgi o kadar belli-belirsiz ki... Korkmamak, ürpermemek mümkün değil. Öyle ya; cinnet "Geliyorum" demez ki...