Türkiye'nin en iyi haber sitesi
ERDAL ŞAFAK

Her şey bitti mi Paşam?

Zeytindağı üçlemesi (3)

Zeytindağı'nın tepesindeyim. Lut Denizi'ne ve Gerek Dağları'na bakıyorum. Daha ötede, Kızıl Deniz'in bütün sol kıyısı, Hicaz ve Yemen var. Başımı çevirdiğim zaman Kamame'nin kubbesi gözüme çarpıyor. Burası, Filistin. Daha aşağıda Lübnan var, Suriye var. Bir yandan Süveyş Kanalı'na, öbür yandan Basra Körfezi'ne kadar çöller, şehirler ve hepsinin üstünde bizim bayrağımız! Ben bu büyük imparatorluğun çocuğuyum...
Bahriye Nazırlığı da uhdesinde olan Dördüncü Ordu Kumandanı Cemal Paşa'nın "Kalemi hususisi", yani "Özel Kalem" görevlisi yedeksubay Falih Rıfkı Atay, neredeyse tüm Ortadoğu'yu kuşbakışı gördüğü, doyasıya seyrettiği Zeytindağı'nda duygularını böyle kâğıda döküyordu. Yıl: 1916.
Ama iki yıl sonra o tepeyi de, o coğrafyayı da ağlaya ağlaya terk edecekti. Davud gibi. İsa gibi... Tek tanrılı, ortak tanrılı dinlerin nice müritleri gibi...

***

"Türk müsünüz" sorusuna ezici bir çoğunlukla "Estağfurullah" cevabının verildiği, Falih Rıfkı Atay'ın satırlarıyla aktarırsak, "Türkleşmiş hiçbir Arap görmedikten başka Araplaşmamış Türk'e az rastlanıldığı" bu coğrafyada Cemal Paşa, sonunun geldiği artık besbelli Osmanlı egemenliğini mümkün olduğunca uzatmak için şiddet dahil tüm yolları dener. Buyurun, "Zeytindağı"ndan bir bölüm:
***

Büyük bir oda: Solda Şeria Nehri ve Lut Gölü, sağda Kudüs şehri, önde Moskofiye denilen Rus yapı ve bahçeleri vardı. Cemal Paşa, Şeria'ya bakan pencere ile Moskofiye'ye bakan pencerenin üçgeni arasında, arkası bize dönük, kâğıt imzalamakla meşgul. Yalnız sakallı sert profilinin bir parçasını görebiliyoruz. Benden başka, koltuğu defterli üç subay daha var. Bir aralık başını çevirdi, gözü benim üstümden sıyrılarak ikinci subaya gitti, ekşi bir sesle "Yaver beye söyleyin, Nablus eşrafını çağırsın" dedi.
Kalabalığın kapıdan girişi garip bir haldi. Hayat ve ölüm kararını bir kelime ile verebilir bir adamın kapısı eşiğinde, her biri bir müddet duruyor ve içerdeki odada başladığı duasını bitirip yüzünü sıvazladıktan sonra giriyordu. Duasını henüz bitirmeyen, kendini arkasından iten arkadaşlarına dayatıyordu.
Yirmi kişi kadar, Kudüs şehri tarafındaki pencerelerin önüne sıralandılar. Kumandan dönüp bakmadı bile... İmza defterlerinin her yaprağı üstünde duruyor, çiziyor, yazıyor, ara sıra ağzından, "Bu nedir", "Böyle cevap istemem", "Bunu Erkân-ı Harbiye Reisi'ne götürün" gibi kısa sual ve emirler dökülüyordu.
Zaman geçtikçe Nabluslular'ın yüzlerinin daha sarardığını seziyordum. Cemal Paşa'nın her yeni sesi çıktıkça, hepsinin sarığından, sakalından ve cübbesinden bir sarsıntı geçiyordu.
Poz bilmem ne kadar sürdü... Kumandan defteri kapadı, koltuğunun iki yanından tutarak Nablus safına döndü. Bir buyrultu üslubu ile söze başladı: "Devlet-i metbuanıza karşı irtikap etmiş olduğunuz cinayetlerin ne kadar vahim olduğunu biliyor musunuz?"
Kimi ellerini, kimi boynunu oynatarak, safın arasından "Estağfurullah", "Estaizübillah" gibi birtakım kelimeler duyuldu.
Kumandan bir bakışta bu mırıltıyı keserek, "Susun" diye bağırdı ve devam etti: "Bu cinayetlerin cezasının ne olduğunu bilir misiniz?"
Nabluslular'ın rengi, asılmış adamların rengine döndü, dudakları kısıldı.
"İdamdır, idam" dedi, "Fakat Devlet-i Aliye-i Osmaniye'nin ulüvv-ü merhametine dua edin. Şimdilik sizleri ve ailelerinizi Anadolu'ya nefyetmekle iktifa ediyorum."
Hepsi secdeye kapanır gibi olarak, ellerini kaldırıp duaya, hamde ve şükre başladılar. Köklerinden sökülmek kararına karşı, Nablus eşrafının minnet ve şükranlarına sınır yoktu.
"Gidebilirsiniz" dedi. Üst üste yığılarak, hayata çıkar gibi, dışarı uğradılar.
Rol bitmişti. Cemal Paşa subayları savarak, eski gülüşü, muhafız ve nazır gülüşü ile bana döndü: "Ne yaparsın" dedi, "Burada böyle söküyor!"
***

Falih Rıfkı Atay'dan bir anekdot daha:
Suriye'de derlerdi ki, Cemal Paşa birisiyle görüştüğü zaman burnunu kaşırsa sürgünü düşünüyor, sakalını karıştırırsa affedip affetmemeyi düşünüyor demektir. Yalnız bıyık burmasından korkun, o zaman bu görüşmenin ölüme kadar yolu var.

***
Ama korku, gözdağı, hapis, sürgün, idam, rüşvet dahil hiçbir yöntem "Sökmedi".
Atay'ın cümleleriyle Osmanlı İmparatorluğu "Trakya'dan Erzurum'a doğru, koca gövdesini yan yatırmış, memelerini sömürge ve milliyetlerin ağzına teslim etmiş, artık sütü kanı ile karışık emilen bir sağmal idi."

***
Ve son. Daha doğrusu, Osmanlı'nın 400 yıl sonra Arap coğrafyasına elvedası:
Karargâhın içinde "Kudüs düştü!" sözü ölüm haberi gibi yayıldı. Daha şimdiden Beyrut'a, Şam'a, Halep'e gözyaşlarımızı hazırlamak lazımdı.
"Her şey bitti mi Paşam" diye sordum. Gözlerinden kırları artan sakalına bir-iki damla yaş düştü.
Büyük bozgundan sonra Şam istasyonunda bırakmaya mecbur olduğumuz en son vagonun bile içi mecidiye altınıyla doluydu.
***

İşte böyle... "Zeytindağı Üçlemesi"nin sonuna geldik. Aslında bir-iki yazıyı daha hak ediyor. Belki bir gün yeniden "Zeytindağı"nın Osmanlı'nın son demlerini olanca gerçekçiliğiyle aktaran acı, hüzün ve gözyaşı dolu sayfalarına yeniden dönerim. Kim bilir...

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA