Okuyanlar hatırlayacak; önceki gün Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun Türkiye'nin toplumsal dönüşümünün 150 yıllık tarihine ilişkin "4 restorasyon" tezinin anahatlarını aktardım.
Okumayanlar için özetleyeyim: "Restorasyon"u "Zamanın ruhunu ve dinamiğini yakalamak" diye tanımlayan Davutoğlu'na göre, Türkiye, ilk modernite girişiminin ortaya çıktığı 19'uncu yüzyılın ilk yarısından bu yana 4 restorasyon süreci yaşadı:
1- Tanzimat Fermanı dönemi.
2- Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması.
3- 1940'ların ikinci yarısında "Dörtlü Takrir" girişimiyle demokrasiye geçiş.
4- AK Parti iktidarıyla başlayan yeni dönem.
Davutoğlu, Türkiye'nin Osmanlı'nın çöküş döneminden bu yana tarihinde belki de ilk kez galipler arasında yer aldığı Soğuk Savaş sonrası dönemde, uzunca bir süre bu zaferin nimetlerinden yararlanamadığını savunuyor. İlk yazımızı, "Neden yararlanamadı" sorusuyla noktaladık ve yanıtını bugüne bıraktık. İşte cevap.
Berlin Duvarı'nın yıkılıp Doğu blokunun çöktüğü yeni döneme Türkiye siyaseten hazırlıksız yakalandı. Onun da ötesinde yine siyaseten istikrarsızlığın pençesinde girdi o döneme. Farklı ideolojilerin temsilcilerini bir araya getiren zayıf ve kısa ömürlü koalisyonlar, siyasi ve ekonomik krizler, toplumdaki değişimi fark edemeyen siyasi aktörler...
Ve de tüm bu olumsuzlukların bileşkesi olan 28 Şubat 1997 olayı.
Davutoğlu, 28 Şubat'ı "Zamanın ruhunu okuyamayan", "Anakronik" bir süreç olarak değerlendiriyor. Bu saptama bana Fransa Cumhurbaşkanı General Charles de Gaulle'ün efsane Kültür Bakanı Andre Malraux'nun 1960'larda ortaya attığı gerçekten vizyoner bir öngörüyü hatırlattı: "21'inci yüzyıl ya dinlerin çağı olacak, ya da 21'inci yüzyıl olmayacak."
28 Şubat'ın en ağır bedeli, Türkiye'nin hem çağdaşlaşıp, hem de muhafazakârlaştığı bir dönemde, Davutoğlu'nun "Kadim değerler" ve "Modernite" diye tanımladığı iki toplumsal blok veya cephe arasında Tanzimat ile başlayan ayrışmanın derin uçurumlarının belki de ilk kez kapatılması şansının yakalandığı bir tarihi fırsatın dinamitlenmesi oldu.
Ve de Türkiye'ye çok değerli, ileride rötarı kapatabilmek için misliyle çaba harcamak zorunda bıraktıracak yıllar kaybettirdi.
Bugün AB yolculuğunda yaşadığımız sıkıntıların, sorunların, yalpalamaların çoğu işte o dönemin bıraktığı tortulardan kaynaklanıyor.
Oysa, AB hedefi, Türkiye'nin "Asla vazgeçilemeyecekler" listesinin en başında sayılıyor. O nedenle, 28 Şubat aslında en ağır darbeyi o post-modern darbenin mimarlarının aidiyet adresi olarak gösterdikleri AB sürecine indirdi.
Yine "Neden" sorusu. Ve yanıtı: Çünkü, zamanın ruhunu iki sözcükle özetlemek gerekirse, sadece "Özgürlükler" ve "Demokrasi" kavramlarına gönderme yapabiliriz. Bunun da bizim coğrafyamızda tek adresi var: Avrupa Birliği.
Demokrasiyi güçlendirmek, ileri demokrasiye ulaşabilmek için "Özgürlük" ve "Güvenlik" dengesini de iyi kurmamız gerekiyor. Onun da bizim coğrafyamızda yine tek referansı var: Avrupa Birliği.
Söz şimdi -mealen- Davutoğlu'nda: Suriye, Mısır gibi yakın coğrafyamızdaki ülkelerin ya da yakın-uzak komşularımızın nice zamandır yaşadıkları sıkıntıların temelinde işte o özgürlük ve güvenlik dengesini iyi kuramamaları yatıyor.
Ve diyor ki Davutoğlu, "Türkiye'nin hedefi, Cumhuriyet'in 100'üncü yılı olan 2023'e kadar özgürlük-güvenlik dengesini güçlendirmek olmalı."
Nasıl? Cevap hazır: "Bu dengeyi güçlendirmenin tek aracı var: Yeni bir Anayasa."
Konunun daha "Restorasyon"un temelleri, şartları ve hedefleri gibi alt başlıkları var. Onları da yarına bırakalım.