Başbakan Erdoğan'ın 29 Ocak'ta Davos'taki "One minute" çıkışından bu yana, Türkiye-İsrail ilişkileri üstüne dozu her geçen gün daha da yükseltilen bir kampanya yürütülüyor.
Dahası, İsrail'le ilişkiler üstünden Türkiye'ye ha bre bel altı vuruşlar yapılıyor: "Türkiye eksen değiştiriyor", "Türkiye, Batı'ya sırt çeviriyor", "Türkiye yüzünü Doğu'ya döndürüyor" gibi...
ABD'den, Avrupa'dan ve elbette İsrail'den pompalanan bu iddiaların ya da yorumların dayanağı olarak da hep aynı örnekler tekrarlanıyor: Başbakan Erdoğan'ın Gazze'nin yeniden inşasını engelleyen İsrail'i eleştirmesi, "Anadolu Kaplanları" tatbikatından İsrail'in çıkarılması, Ankara'nın Suriye'yle -ve de özellikle- İran'la ilişkilerini geliştirmesi...
Bu değerlendirmelerin bir adım sonrasını tahmin etmek hiç de güç değil: Türkiye, hem Batı'nın İran'a karşı izlediği politikalara zarar vermekle, hem de İsrail karşıtlığıyla suçlanacak.
Tabii gerçekler bilinçli biçimde göz ardı edilerek. Onları da biz hatırlatalım:
Türkiye, AB ile üyelik müzakerelerinden NATO bünyesinde tam işbirliğine kadar Batı'nın tüm kurumlarıyla işbirliğini eskisi gibi, hatta eskisinden de güçlü olarak sürdürüyor. Netameli Afganistan'da ISAF'ın komutanlığı daha iki gün önce yeniden Türkiye'ye geçti.
Türkiye ile İsrail arasında 13 yıl önce imzalanmış anlaşmalar geçerliliğini koruyor. Sayalım: Askeri Eğitim İşbirliği Anlaşması, Serbest Ticaret Anlaşması, Yatırımların Karşılıklı Teşviki ve Korunması Anlaşması, Çifte Vergilendirmenin Önlenmesi Anlaşması, Ekonomik ve Teknik İşbirliği Anlaşması ve en önemlisi Savunma İşbirliği Anlaşması...
Ve nihayet Türkiye ile İsrail arasındaki diplomatik ilişkiler olağan seyrini izliyor.
Demirel ve Ulusu dönemleri
Başbakan Erdoğan'ın Gazze ve Kudüs nedeniyle İsrail'i eleştirmesini politika değişikliği olarak görenler, daha doğrusu görmek isteyenler geçmişi unutuyorlar. Belleklerini tazelemelerine katkıda bulunalım:
1967'deki 6 Gün Savaşı'nda Süleyman Demirel Hükümeti açıkça Araplar'a destek Verdi. ABD'nin İncirlik'ten İsrail'e yardım ulaştırmasını engelledi, buna karşılık Mısır, Ürdün ve Suriye'ye askeri yardım taşıyan Sovyet uçaklarına hava sahasını açtı.
21 Ağustos 1969 tarihinde Dennis Michael Rohan adlı Avustralyalı bir Hıristiyan'ın Mescid-i Aksa'yı kundaklamaya kalkışmasına tepki olarak kurulan İslam Konferansı Örgütü'nün 25 kurucusu arasında Türkiye de yer aldı. Örgütün 22-25 Eylül 1969'da Rabat'ta yapılan kuruluş toplantısında Türkiye'yi Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil temsil etti.
30 Temmuz 1980'de Kudüs, Knesset'in (İsrail Parlamentosu) kabul ettiği yasayla İsrail'in daimi başkenti ilan edilince Türkiye kıyameti kopardı. Süleyman Demirel Hükümeti, İsrail'e nota vererek, "Uluslararası hukukun ihlali" diye nitelediği bu yasanın iptalini istedi, Kudüs'ün İsrail başkenti statüsünü tanımadığını ve tanımayacağını altını çizerek vurguladı. Bir ay sonra, 28 Ağustos 1980'de Türkiye'nin Kudüs Başkonsolosluğu kapatıldı.
12 Eylül müdahalesinden sonra kurulan Bülend Ulusu Hükümeti daha da sert adımlar attı: 4 Aralık 1980'de İsrail'le diplomatik ilişkilerin düzeyini büyükelçilikten ikinci katipliğe indirdi. Hemen ardından, 25-29 Ocak 1981'de Suudi Arabistan'ın Taif kentinde düzenlenen İslam Konferansı Örgütü toplantısına bizzat Ulusu katıldı. Bu, Türkiye'nin başbakan düzeyinde temsil edildiği ilk İKÖ zirvesi oldu.
İsrail'le diplomatik ilişkileri ne zaman yeniden büyükelçilik düzeyine çıkardık dersiniz? Filistin-İsrail arasındaki Oslo sürecini başlatan anlaşmanın 13 Ekim 1993'te Beyaz Saray'da imzalanmasından sonra. Bir başka deyişle 13 yıl boyunca Türkiye'yi İsrail'de ikinci katip temsil etti.
En önemlisi tüm bu adımlar atılırken kimse Türkiye'yi İsrail karşıtlığıyla suçlamadı.
Demirel Hükümetleri'nin, Ulusu Hükümeti'nin, daha doğrusu 12 Eylül askeri yönetiminin girişimlerini kazara bu hükümet yapmaya kalksa, kim bilir ne senaryolar yazılırdı...