Başbakan Erdoğan, Princeton Üniversitesi'nde verdiği, çerçevesi gerçekten çok iyi çizilmiş konferansta, "Risk düzenine dayalı bir dünya algısından, güven ve dayanışma esasına dayalı bir düzene geçilmesi" gerektiğini söyledi. Haklı.
Bu düzenin ancak "Adil, katılımcı, çoğulcu, herkesi kucaklayan, güven ve dayanışmaya dayalı" olması durumunda inşa edilebileceğini, Türkiye'nin bu anlayışa dayalı siyaset anlayışını kendi coğrafyasında uyguladığını anlatan, "Ön kabulleri, önyargıları ortadan kaldırırsanız, dost kazanmak o kadar da zor değil" diyen Erdoğan, hükümetinin politikalarını yönlendiren altın kuralı da hatırlatmak ihtiyacını duydu: "Riskleri göze almak zorundayız."
Erdoğan'ın dediği gibi "Ekonomi gibi, siyaset de bir risk" ise, Türkiye önümüzdeki ayın başından itibaren siyaseten epey riskli bir sürece girecek.
Malum; şu sıralar üç denizde birden "Açılım" kulaçları atılıyor:
1- Demokratikleşme paketi çerçevesinde Kürt sorununun çözümü ve ona bağlı olarak Kuzey Irak'la ilişkilerin geliştirilmesi.
2- Ermenistan'la ilişkilerin normalleştirilmesi.
3- Kıbrıs'ın iki toplumun rızasına dayalı barışçı bir çözüm temelinde yeniden birleşmesi.
Bu üç açılımın üçü de Ekim ayında ateş çemberinden geçecek.
Ermenistan'la paraf edilen iki protokolle ilgili olarak öngörülen 6 haftalık "İç siyasi istişareler süreci" Ekim'in ikinci haftasında doluyor. Şu ana kadar iki tarafta da istişarelerin pek hızlı yürüdüğü söylenemez: Türkiye'de MHP destek vermeyeceğini açıkladı, CHP kararını Yukarı Karabağ sorunundaki gelişmelere endeksledi. Ermenistan'da ise başta Daşnak olmak üzere bir kısım muhalefet partileri sürece katılmayı reddettiler.
Ancak süreç ne şekilde ilerlerse ilerlesin, AK Parti Hükümeti iki ülke arasındaki mutabakata bağlı kalmaya ve söz konusu iki protokolü Meclis'e sevketmeye kararlı. Erdoğan belgelerin 11-12 Ekim tarihlerinde Meclis'e gönderileceğini resmen açıkladı. Herhalde Ermenistan da aynı günlerde kendi parlamentosunda girişimde bulunacak. Ve hemen iki gün sonra, 14 Ekim'de oynanacak Türkiye-Ermenistan milli maçı, sürecin seyrinde ilk turnosol kağıdı işlevini görecek: Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan, "Hiçbir koşul" öne sürmeden (Çünkü, ancak sınırdan geçmesine izin verilirse maça gelebileceğini söylüyor) Cumhurbaşkanı Gül'ün jestini yanıtlarsa mesele yok; ama gelmezse, Ermenistan açısından vahim sonuçlar ortaya çıkabilir. Hatta açılım duvara toslayabilir.
Aman, Kıbrıs'a dikkat
İkinci açılım, "Demokratikleşme süreci"ne gelince; Erdoğan'ın dediği gibi, "Hazmede hazmede ilerliyor." Kamuoyu desteğinin giderek arttığını gözlediğimiz bu konuda belirsizliğin, tereddütlerin giderilmesi için, Meclis'in yeni yasama yılına başlamasıyla birlikte, hızla bir dizi girişimin düğmesine basılması gerekiyor. Yani, bir yerden somut adımlar atmaya başlanmalı. Yoksa ifrat ile tefrit arasında gidip gelenler, iki tarafta da radikalleşen unsurlar bu "Devlet politikası"nın sağlıklı yürütülmesine zarar verebilir.
Gelelim Kıbrıs'a. Hükümetin ilk açılımı, "Kazan-kazan" ve "Çözümsüzlük çözüm değildir" politikalarının ilk somut örneği olan Kıbrıs'ta işler ne yazık ki iyi gitmiyor. Evet, KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile Rum Yönetimi Başkanı Dimitris Hristofyas müzakerelerin ikinci turuna geçtiler ama bugüne kadar yapılan toplantılarda taraflar "Anlaşamıyoruz" tespitini kağıda dökmekten öte bir şey yapamadılar.
Daha kötüsü, her buluşmalarında anlaşmazlık konuları artıyor.
Ve en kötüsü, AB'nin Aralık zirvesi yaklaştıkça Rumlar görüşmeleri daha da yokuşa sürüyor.
Çünkü AB liderleri Aralık zirvesinde, Türkiye'yle üyelik müzakerelerinde 2006'da Kıbrıs yüzünden (Limanların Rumlar'a açılmaması konusu) askıya alınan 8 başlıkla ilgili yeni bir karar verecek.
Rumlar işte zamana oynayarak, Kıbrıs'ta çözüm olmadan veya KKTC'ye uygulanan tecritler kaldırılmadan Türkiye'ye limanları açmaya zorlama stratejisi izliyor.
Açıkça söyleyelim; bizi bu üç açılımdan en çok Kıbrıs kaygılandırıyor. Çünkü orada patlak verecek kriz, diğer iki açılımı da olumsuz etkileyecek.