Avrupa Birliği, NATO, üyesi olduğumuz diğer uluslararası kuruluşlar, özetle Batı dünyası, bugüne kadar Türkiye'ye "Önüne konulan her şeyi kabul eder" gözüyle baktılar.
Tabii bu kanılarında geçmişteki -hayli bol- örneklerin onlara kazandırdığı tecrübelerin büyük payı vardı.
Örneğin, Türkiye, 1974'teki Kıbrıs Barış Harekâtı'nın bedelini ABD'nin koyduğu silah ambargosuyla ödedi. Soğuk Savaş'ın en civcivli günlerinin yaşandığı, Türkiye'nin "NATO'nun Doğu'daki kalesi" diye nitelendiği o dönemde bu yaptırımın Batı dünyasının Sovyetler Birliği karşısında zayıflamasına yol açacağı, hatta yol açtığı bilindiği halde Avrupalı müttefiklerimizin hiçbiri sesini çıkarmadı. Tabii NATO Genel Sekreterliği ile NATO Başkomutanlığı da.
Yine Kıbrıs Barış Harekâtı'na tepki olarak Yunanistan 1974 yılında NATO'nun askeri kanadından çekildi. NATO yetkilileri bu kararın ittifakın doğu kanadında kopukluğa yol açtığı gerekçesiyle çok geçmeden Atina'ya "Geri dön" çağrıları yapmaya başladılar. Oysa Yunanistan sadece NATO'nun askeri kanadından çekilmekle kalmamış, Ege'den Kıbrıs'a kadar birçok sorunda Türkiye'ye karşı izlediği politikaları iyice sertleştirmişti.
O nedenle Ankara, Yunanistan'ın "Eski koşullarda" NATO'ya dönüşüne çok uzun süre karşı çıktı. Ama 12 Eylül darbesinden sonra işbaşına gelen askeri yönetim nedense yumuşayıverdi! NATO Başkomutanı General Bernard Rogers bu "Hava" ve "Tutum" değişikliği üstüne hemen kendi adını taşıyan bir plan hazırladı: Yunanistan, NATO'nun askeri kanadına "Koşulsuz", yani ayrıldığı tarihteki statüyle dönecek, buna karşılık Türkiye ile arasındaki sorunlara uzlaşmaya dayalı çözümler getirilecekti.
Yunanistan döndü ama sorunlar olduğu gibi kaldı. Çünkü Türkiye iyi niyetli davranıp hiçbir garanti veya müeyyide istemedi, "Söz"e güvendi. Ne yazık ki, fena halde de yanıldı, yanıltıldı, aldatıldı.
Fransa ve Rasmussen
İşte bu emsaller nedeniyle Türkiye'nin Danimarka Başbakanı Anders Fogh Rasmussen'in NATO Genel Sekreterliği'ne getirilmesine de "Pek fazla" direnemeyeceği, bir-iki itirazdan sonra susacağı sanıldı.
Hele Fransa'nın NATO'nun askeri kanadına dönüşüne ses çıkarmaması bu tahminleri veya beklentileri iyice pekiştirdi.
Öyle ya; AB ile müzakere sürecinde 5 başlığı engelleyen, "Türkiye'nin Avrupa'da yeri yok" söyleminde ısrar eden, Ermeni soykırımı tasarılarını parlamentosundan geçirmekten kaçınmayan Fransa'ya, Türk kamuoyunun "Misilleme" beklentilerine rağmen "Anlayışlı" davranan Ankara, Rasmussen'e neden dirensin ki?
Ama iki noktayı göz ardı ettiler: 1-İki acı ilaç birden içirilemez. 2-Rasmussen çifte sabıkalı: Hem Türkiye'ye karşı (Roj TV meydan okuması), hem de İslam âlemine karşı (Karikatür krizi).
Elbette Batı'nın ayrılmaz bir parçasıyız. Elbette 80 yıldır kader ortaklığı yaptığımız Batı'yı krize sürüklemeyi aklımızdan bile geçirmiyoruz. Ama "Ensesine vur, lokmasını al" acizliğinde de değiliz. Ya da en azından artık değiliz. Davos çıkışını "Gösteri" ya da "Propaganda", hatta "Şov" zannedenler, umarız Türkiye'nin eski Türkiye olmadığını artık fark ederler.
Tek yanlı ödünler dönemi bitti. Erdoğan iki ay önce bu değişimi şöyle anlatmıştı:
"Artık Türkiye'nin dış politikası 'Birileri ne der' anlayışına göre değil, birilerinin 'Türkiye ne der' yaklaşımına dayanıyor. Türkiye olarak gücümüzün farkındayız." Umarız Batı da artık fark etmiştir...