Geçmişte birçok imkânsız uzlaşmayı başarmasıyla ünlü Davos'taki Dünya Ekonomik Forumu bu yıl da konjonktüre uygun bir pazarlığa ev sahipliği yapıyor: Türkiye ile IMF (Uluslararası Para Fonu) arasındaki "Stand-by" anlaşması görüşmeleri.
Ankara'dan Davos'a taşınan pazarlıktaki anlaşmazlık noktaları, şirin İsviçre kasabasının insana huzur veren dağ havasının etkisiyle törpülenir mi; kolay değil. Çünkü IMF "Sıkı mali disiplin" talebinde direniyor. Yani daha az bütçe açığı, daha çok faiz dışı fazla. Bu hedefleri tutturmak için de kamu harcamalarının kısılması, bazı vergilerin (Öncelikle KDV) artırılması kaçınılmaz olacak. Yani, IMF yine malum acı ilacını öneriyor. Ama bu kez yutmak hem kolay değil, hem de derde deva olması kuşkulu. Çünkü;
1- Özellikle bir seçim arefesinde olan bir hükümetin bu ilacı alması, siyaseten intihar demek olur.
2- Ayrıca IMF'in krizin küresel olması nedeniyle kredi koşullarını yumuşatacağı taahhüdüne ters düşüyor.
3- Ülkeler ve ekonomiler arasındaki farklılıkları gözetmeden, kapısını çalan herkese aynı ilacı uzatıyor: Ekonomisi çökmüş İzlanda'ya, çöküşün eşiğine gelmiş Ukrayna'ya ve bankacılık sistemi iflas etmiş Macaristan'a kabul ettirdiği koşulların beş aşağı beş yukarı aynılarını, tüm iktisatçıların "Ekonomisi güçlü temellere oturduğu için krizi daha çabuk ve daha az zararla atlatabilir" görüşünde birleştikleri Türkiye'ye de dayatması, bilime de ters düşüyor, akıla da, gerçeklere de.
4- ABD'den İngiltere'ye, Almanya'dan Çin'e kadar birçok ülke krizle mücadele için John Maynard Keynes'in önerilerine dayalı paketler hazırlarken, IMF'in hâlâ Milton Friedman'ın miadını çoktan doldurduğunu herkesin kabul ettiği ültra liberal reçetesinde ısrar etmesi, imzalanacak "Stand-by" anlaşmasının bir işe yarayıp yaramayacağı konusunda soru işaretleri doğuruyor.
Rüzgâra karşı yürümek gibi
Somut örnek vermek gerekirse; açılan paketlerde, Keynes'in tavsiyelerine uygun olarak talebi canlandıracak önlemlere öncelik veriliyor: Kamu yatırımlarını artırmak, bütçe açığına da, kamu borcunun artmasına da kriz geçinceye kadar aldırmamak. Hatta bazı ülkeler (Örneğin İngiltere) bu önlemlere vergi indirimini de ekliyorlar. IMF ise zaten talebin daralmaya başladığı Türkiye'ye "Kamu yatırımlarını kıs, bütçe açığını düşür, kamu borç yükünü hafifletmek için faiz dışı fazlayı artır" diyerek, adeta rüzgara karşı yürütmeye kalkışıyor. Ya da 2000 ve 2001 krizlerinde olduğu gibi, Türkiye'yi bir kez daha reçetelerinin kobay hayvanı yapmaya çalışıyor. Hatta bir kez daha deli gömleği giydirmek istiyor.
Peki böyle bir tabloya rağmen, IMF taleplerini yumuşatmazsa Türkiye son tahlilde "Standby"ı imzalamalı mı? NTV şu sıralar yıldızları iyice parlayan iki iktisatçıya sordu.
İşte küresel krizi 1.5 yıl önce tahmin etmesiyle ünlenen Prof. Nouriel Roubini'nin cevabı: "Türkiye'nin IMF'ten sağlayacağı 20-25 milyar dolarlık likiditeye ihtiyacı olabilir. Ayrıca IMF ile bir anlaşma, inandırıcı ve tutarlı politikalar izlendiğine işaret gösterilebilir. Bu nedenle umuyorum ki, IMF ile görüşmeler, inişliçıkışlı da olsa, başarıyla sonuçlanır. Çünkü IMF ile anlaşma yapmamanın alternatifi, Türkiye için daha da zor bir dönem olur."
Ve işte Nobel ödüllü Prof. Joseph Stiglitz'in görüşü: "IMF geçmişte Türkiye'den çok daha az ihtiyaç sahibi ülkelere destek verdi. Ancak bu ülkelerin bazılarında kötüye giden durumu daha da beter hale getirdi. Bence Türkiye kararını IMF'in önerdiği anlaşmanın koşullarına göre vermeli. Kötü bir anlaşma yapmaktansa, hiç yapmamak daha iyi olabilir." Stiglitz'in bir tespiti daha var: "IMF, 1997 Asya krizinde işlediği hataları bu krizde de tekrarlıyor. Krizden etkilenen ülkelere, örneğin Pakistan, İzlanda ve Ukrayna'ya kredi açarken, yüksek faiz ve sıkı bütçe gibi çok kısıtlayıcı talepler dayatıyor. Bu koşullarda verilen krediler, bu ülkelerin ekonomilerini daha da zayıflatacak ve borçlarını ödemelerini zora sokacak. Ayrıca bu dayatmalar örneğin Pakistan'da Taliban'a desteği artıracak."
Hiç değilse bu uyarıların IMF'in tutumunu ve politikalarını gözden geçirmesini sağlamasını umut etmekten başka seçeneğimiz var mı? Bizce olmalı.