İki bayram arasında, tam tarih belirtmemiz gerekirse, Ekim ayında peşpeşe iki cami ibadete açıldı. İki sembol veya anıt cami. İlki Beyrut'ta. Diğeri Almanya'nın Duisburg kentinde.
Beyrut'ta Şehitler Meydanı'ndaki Muhammed El-Emin Camii, 10 bin metrekarelik alana yayılıyor. Hemen yanında 14 Şubat 2005'te suikasta kurban giden Lübnan eski Başbakanı Refik Hariri'nin mezarı bulunuyor. 24 milyon dolara mal olan camiyi zaten Hariri ailesi yaptırdı. İkisi 72 metrelik dört minareye sahip.
Duisburg'ta Diyanet İşleri Türk İslam Birliği'nce yaptırılan, 7.5 milyon avroya mal olan, 1400 kişinin namaz kılabileceği Merkez Cami ise, içiçe geçmiş üç kubbesi ve 34 metrelik minaresiyle, İslam dininin Avrupa'daki ikinci büyük ibadethanesi olarak gösteriliyor. (İlki Londra'da Ahmedi tarikatıncı yaptırılan 10 bin kişilik Beytülfütuh Camii.)
Beyrut'taki ve Duisburg'taki camilerin bir ortak özelliği var: İkisi de Osmanlı'dan günümüze bir şeyler taşıyor.
Beyrut'taki cami, İstanbul'daki Sultanahmet Camii gibi mavi çini kubbesiyle ziyaretçileri büyülüyor. Sadece çinileri değil, mimarisi de Mimar Sinan'ın kalfası Sedefkar Mehmet Ağa'nın ölümsüz eseri Sultanahmet'ten esintiler taşıyor. Sultanahmet'te Ayasofya'nın simgelediği Bizans mimarisi yeniden yorumlanmıştı. Muhammed El-Emin Camii'ne ise Sultanahmet ile çağdaş mimarinin sentezi uyarlandı.
Duisburg'taki cami de Osmanlı mimarisinin örnek bir uygulaması olarak gösteriliyor.
Biri, gözyaşı, kan ve ölümün mesken tuttuğu Ortadoğu'da Osmanlı barışına özlemi yansıtıyor. Diğeri, "Medeniyetler Çatışması" tezlerinin körüklediği şiddet ve terör çağında Osmanlı hoşgörüsünü hatırlatıyor.
Kriz döneminde hoşgörü
Karamsarlığımızı bağışlayın ama ne Osmanlı barışı geri gelebilir, ne de Osmanlı hoşgörüsü.
Osmanlı barışı geri gelemez; çünkü çok kültürlü, çok inançlı, çok kökenli imparatorluklar dönemi tarihte kaldı. O imparatorluklar uygarlıklar yaratmışlardı. Bugün bir kültürün, bir inancın, bir kökenin egemen olduğu ama uygarlıklar yaratamayan devletler dönemini yaşıyoruz. O devletlerde "Öteki" sözcüğüyle ifade edilen dini, kültürel veya etnik gruplar, kader ortaklığına dayalı "Asli unsur"lardan biri değil, tıpkı nesli tükenmekte olan hayvanlar gibi korunması gereken azınlıklar statüsüyle tanımlanıyorlar. Son imparatorluk diyebileceğimiz, kutsallaştırılmış insan hakları ilkelerine dayanan Avrupa Birliği bile kültürel farklılığı "Çağdaş toplumun kabullenmesi gereken bir hoşluk" görüyor; o sınırı aşmaya, farklı kültürlerin, inançların ve etnilerin "Yeni Avrupa'nın hamurunun ayrılmaz parçası" olduğu gerçeğini tanımaya katlanamıyor.
Osmanlı hoşgörüsü de geri gelemez; çünkü Sovyetler Birliği'nin tarihe karışmasından sonra ideolojik boşluğa yuvarlanan Batı, "Karşı kutup" arayışlarıyla, farklı kültürleri ve inançları "Yeni tehdit" ilan etti.
Bugün bu yeni tehdit, İslam ve o kapsayıcı kavramın ardındaki tüm unsurlar: Araplar, Afrikalılar, Pakistanlılar, Endonezyalılar, İranlılar, hatta Türkler.
Hiç kuşkunuz olmasın; yarın bu gruba Çinliler de eklenecek. "Sarı tehlike" tanımlamasıyla.
Zira küresel ekonomik kriz, korkuları derinleştiriyor, toplumsal ayrışmaları kamçılıyor ve ne yazık ki, sürekli yeni tehditler, dolayısıyla da yeni düşmanlar üretiyor, üretmeye de devam edecek.