Dünya bugün, 10 Aralık 1948'de Paris'teki Chaillot Sarayı'nda toplanan BM Genel Kurulu'nun İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'ni oy çokluğuyla (56 ülkeden 48'i onay verdi) kabul etmesinin 60'ıncı yıldönümünü kutluyor.
Kanadalı avukat John Peters Humphrey, eski ABD Başkanı Franklin Delano Roosevelt'in eşi Eleanor Roosevelt ile Fransız hukukçu, diplomat ve devlet adamı Rene Cassin'in hazırladıkları 30 maddelik bildirge, "Tüm insanlar özgür ve eşit doğarlar" diye başlıyordu ve "Herkesin ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal veya başka bir görüş, ulusal veya sosyal köken, mülkiyet, doğuş veya herhangi bir ayrım gözetmeksizin, bu bildirgeyle ilan olunan tüm haklardan ve özgürlüklerden yararlanabileceğini" hükme bağlıyordu.
Bildirgeyi kürsüden okuyan Eleanor Roosevelt, "Tüm insanlık için bir Magna Carta Libertatum (Büyük Özgürlükler Sözleşmesi) çağının başladığını" müjdeliyordu.
Aradan geçen 60 yılda insan hakları gerçekten evrenselleşti mi? Tüm insanlar özgür ve eşit doğuyorlar mı? Herkes hiçbir ayrım gözetilmeksizin haklardan ve özgürlüklerden yararlanabiliyor mu? Bu ve daha da uzatılabilecek tüm sorulara yanıtımız: Hayır!
10 Aralık 1948'de Beyaz azınlık rejiminin egemen olduğu Güney Afrika, "Irk eşitliği" öngörüldüğü için oylamada çekimser kalmıştı. 60 yıl sonra bugün "Uygar" Batı dünyasında Asya ve Afrika kökenli yüz milyonlarca kişi ırklarından ve tenlerinin renginden ötürü "Potansiyel suçlu" muamelesi görüyorlar.
10 Aralık 1948 tarihli bildirgede hiçbir şekilde "Din ayrımı" yapılmayacağı belirtiliyordu ama bugün "Çağdaş uygarlığın ve etik değerlerin beşiği" olmakla övünen Batı'da, Müslümanlar sırf inançlarından ötürü tarihin hiçbir döneminde görülmemiş ayrımcılığın, hatta devlet terörünün hedefi yapılıyorlar.
10 Aralık 1948'deki oylamada Suudi Arabistan "Kadın-erkek eşitliği" öngörüldüğü gerekçesiyle çekimser kalmıştı. 60 yıl sonra bugün sadece Suudi Arabistan'da değil, İslam coğrafyasının çok geniş bölümünde kadınlar ikinci sınıf insan kabul ediliyorlar, doğuştan sahip oldukları hakların pek çoğunu kullanamıyorlar, namus ve töre cinayetlerine kurban gidiyorlar.
"Habeas Corpus" arşive kalktı
Bildirgenin hukuki kaynaklarından biri sayılan, 1215 tarihli "Magna Carta Act"ın ayrılmaz parçasını oluşturan 1679 tarihli "Habeas Corpus Act", gözaltına alınan veya tutuklanan kişilerin 24 saat içinde yargıç önüne çıkarılmasını öngörüyordu. O yasanın kabul edilmesinden yaklaşık 330 yıl sonra, o yasanın vatanı İngiltere'de bile sadece şüpheli görüldükleri için gözaltına alınanlar yargıç önüne çıkarılmadan 18 ay cezaevinde tutulabiliyorlar. 1776 tarihli Virginia İnsan Hakları Beyannamesi ile 1948'deki BM İnsan Hakları Bildirgesi'ne esin kaynağı olan ABD'de ise özellikle Bush yönetimi döneminde insanın doğuştan sahip olduğu haklar yok edildi: Dünyanın çeşitli yerlerinden toplanmış, hatta kaçırılmış binlerce kişinin gizli cezaevlerinde yıllarca yargıç önüne çıkarılmadan tutulması, her türlü işkence...
Ama en kötüsü "İnsan hakları"nın bir şantaj aracına, hatta emperyal hesapların silahına dönüştürülmesi oldu. Bu amaçla, "İnsani müdahale hakkı" diye bir kavram geliştirildi.
Bu kavrama dayanarak birçok ülkeye "Demokrasi" ve "İnsan hakları" ilkeleriyle ambalajlanmış niyetler dayatıldı: Genişletilmiş Ortadoğu Projesi gibi.
Bu kavrama sarılarak birçok ülke tecrit edildi: Suriye, İran, Kuzey Kore, Birmanya gibi.
Bu kavramla birçok ülkeye askeri müdahalede bulunuldu: Somali, Darfur, Kongo gibi.
Yine bu kavram kalkan yapılarak ülkeler işgal edildi: Afganistan, Irak gibi.
Ve "İnsan hakları" adına "İnsani müdahale"nin yapıldığı her yerde durum daha da kötüye gitti, açlık, salgın hastalık, kitlesel göç, iç savaş gibi tarifsiz trajediler yaşandı: Irak'ta, Afganistan'da, Kongo'da, Zimbabwe'de, Darfur'da, Somali'de, Kuzey Kore'de...
Günümüzde tüm insanların gerçekten "Özgür ve eşit" doğduklarına, tüm insanların gerçekten "Hiçbir ayrım gözetilmeksizin tüm haklardan ve özgürlüklerden" yararlandıklarına inanıyorsanız; İnsan Hakları Günü kutlu olsun.