Türkiye'nin en büyük işçi sendikaları konfederasyonu olan Türk-İş'in 4 günlük genel kurulu bugün başlıyor.
En büyük dediğimize bakmayın; Türkiye'de toplam istihdamda sendikalaşma oranı 2002 yılı verilerine göre yalnızca yüzde 14. (AB ortalaması yüzde 25. Ancak İskandinav ülkeleri, Rum kesimi, Malta gibi üyelerinde yüzde 60-80'e yükseliyor, İtalya'da bile neredeyse iki çalışandan biri sendikalı.)
Üstelik Türkiye'deki sendikalaşmanın 2002'den bu yana yüzde 14'ün de epey altına indiği kesin. Türk-İş'in üye sayısı son 12 yılda yüzde 53 azaldığına göre, gerisini siz düşünün.
Zaten genel kurulda oy kullanabilecek delege sayısındaki düşüş de bunu ortaya koyuyor. 2003'te yapılan son genel kurula 397 delege katılmıştı. Bu kez 395 delegenin sadece 363'ü katılabiliyor. Neden? Çünkü 32 delegenin temsil ettiği sendikalar Türk-İş'e aidat borçlarını ödeyemediler. Niye? Çünkü o sendikalar üye sayıları azaldığı, birçok işyerinde toplu sözleşme yetkisini yitirdikleri için mali darboğazda kıvranıyorlar.
Taşınan fabrikalar
Türkiye'de istihdam edilen, yani çalışan sayısı artarken sendikalı oranının tam tersine azalmasının hem küresel, hem de ulusal dinamiklerden kaynaklanan bir dizi nedeni var.
Küreselleşmenin getirdiği sorunlara örnek olarak, sermaye ve işgücünün dolaşımında sınırların kalkmasını gösterebiliriz. Artık iyice keskinleşen rekabet ortamında ayakta kalma mücadelesi veren şirketler, işyerlerini maliyetlerini en aza indirebilecekleri ülkelere taşıyorlar. Ne yazık ki, maliyet kalemlerinin başında işçilik sayılıyor. Örneğin Avrupa'da işçisine 2000-2500 avro ödeyen bir şirket aynı üretimi, Hindistan, Çin gibi ülkelerde 150-200 avro ücretlerle yaptırabiliyor. Bu da istihdamı, dolayısıyla sendikaları vuruyor. Ayrıca ister sağ, ister sol olsun hükümetler, şirketlerini ülkelerinde tutabilmek için çalışma koşullarını "Esnetiyorlar": İşverene çalışanlarla daha kısa süreli sözleşme imkânı tanınması, işten çıkarmanın kolaylaştırılması, toplu sözleşme ve grev hakları kullanımının güçleştirilmesi, taşeronluğun teşvik edilmesi gibi...
Sendikaları olumsuz etkileyen küresel bir başka gelişme de işgücünün niteliğinin değişmesi. Artık "Kol gücü" denilen "Mavi yakalı" emekçilerin yerini "Kafa gücü" diyebileceğimiz, "Beyaz yakalı"lar alıyor. Bu da "Toplu sözleşme" yerine "Bireysel sözleşme" sonucunu getiriyor. Yani işveren ile çalışan bire bir ücret pazarlığı yapıyorlar.
Türkiye'deki tablo
Sendikaların Türkiye konjonktüründen kaynaklanan sıkıntıları elbette daha önemli: İşgücünün büyük bölümünün (6 milyon kişi) kayıt dışı çalışması, en az 2 milyon tahmin edilen yabancının kaçak çalışması, taşeronluğun yayılması, özelleştirilen işletmelerde hem çalışan, hem de sendikalı sayısının azalması, küresel gelişmeye paralel olarak Türkiye'de de "Başının çaresine bakma"yı sendika üyeliğine tercih eden "Beyaz yakalılar"ın, yani hizmet sektörü emekçisinin artması gibi...
Ancak yine tüm bunlar sendikaları aklamaya yetmez. Daha doğrusu, bu gerekçelerin ardına sığınmak, örgütlü işçi sayısındaki dramatik düşüşün bir numaralı sorumlusunun sendikalar olduğunu unutturmaktan başka işe yaramaz.
Zira bir numaralı neden şu: Sendikalar gerek Türkiye'deki, gerekse dünyadaki yeni koşullara ayak uyduramadıkları, yeni sorulara ve sorunlara yanıt bulamadıkları için sendikalı çalışan sayısı azalıyor.
Kısacası, 21'inci yüzyılın istihdam piyasasında 20'inci yüzyıl sendikacılık anlayışını sürdürmeye çalışmaları.
Başbakan Erdoğan bunu Türk-İş'in 2003'teki genel kurulunda, "Başarılı olmak istiyorsanız özel sektörde örgütlenin" diye ifade etmişti. Ve Türk-İş delegeleri kıyameti koparmışlardı.
Geçen 4 yılda mesafe alamadıklarına göre bugün Erdoğan'a karşı mahcubiyetlerini bakalım nasıl gizleyebilecekler...