Başbakan Erdoğan dün AK Parti'nin Kızılcahamam'da başlayan "9'uncu İstişare ve Değerlendirme Toplantısı"nda son aylardaki en iyi konuşmasını yaptı.
Sadece en iyi değil, aynı zamanda verdiği mesajlar açısından en önemli konuşması oldu. Mesajları üç başlık altında toplayabiliriz (Not: Cümlelerde yalnızca tırnak içindeki ifadeler Erdoğan'a ait):
1-Türkiye'nin bir PKK terörüyle mücadele sorunu var, bir de ondan ayrı tutulması gereken ister Kürt sorunu deyin, ister Güneydoğu sorunu, "Sosyal restorasyon" ihtiyacı var.
2-PKK terörüyle kökünü kurutuncaya kadar mücadele edilecek. Kürt veya Güneydoğu sorunu ise ancak "Herkesin kendini anayasal düzen içinde özgürce, meşru yollarla, demokratik zeminlerde ifade edebilmesi" sağlanarak çözümlenebilir. Çünkü "Demokrasi için gerçek tehlike içindekilerden değil, dışında kalanlardan gelir." Ve çünkü "İçeride düşman aramak, vatandaşlarımızın bir bölümünü şu ya da bu sebeple sadık olanlarolmayanlar diye ayırmak, birlik ve beraberliğimize zarar verir."
3-Bu "Büyük uzlaşı" yı gerçekleştirmek için muhalefet de el vermeli. "Menfi milliyetçilik" değil "Müspet milliyetçilik" yapmalı, "Dışlayıcı milliyetçilik" söylemlerinden uzak durmalı. "Sokakları tahrik etmek"ten kaçınmalı. "İnsanlarımızı dışlamak yerine, kazanmanın yollarını birlikte arama"ya yardımcı olmalı.
Özal'dan Erdoğan'a
Peki Kürt sorunu nasıl çözümlenecek ya da "Herkesin kendini anayasal düzen içinde özgürce, meşru yollarla, demokratik zeminlerde ifade edebilmesi" nasıl sağlanacak? Erdoğan'ın yanıtı: Daha çok demokrasi, daha çok özgürlük, daha çok hukuk devleti, daha çok sosyal barış, adalet ve kalkınma.
Rahmetli Özal'ın önerdiği reçete de buydu. Vefatından kısa bir süre önce Başbakan Demirel'e gönderdiği, "Çok gizli" damgalı yazıda PKK'yı bitirmek için alınması gereken önlemleri sıraladıktan sonra şöyle diyordu: " Kürt sorununu önyargısız ve tarafsız olarak, özgürce tartışmak gerekiyor. Sorunu ancak bu şekilde aydınlatabilir, kimin haklı ve haksız olduğunu ortaya koyabilir ve gerçeğe ulaşabiliriz. Tartışmayı reddetmek, gerçeği gizlemeye çalışmak, sorunu çözmez. Bu yaklaşım, tam tersine kargaşayı derinleştirmekten başka bir sonuç vermez." (Yazının tam metni 16 Kasım 1993 tarihinde "Turkish Daily News" gazetesinde yayınlandı)
Kürt olmanın ağırlığı
Fransız gazeteci Chris Kutschera iki yıl önce Güneydoğu Anadolu'da halka "Kürt olmak nasıl bir şey" diye sormuştu. Aldığı yanıtlar sadece içimizi değil, burnumuzun kemiğini de sızlatmıştı. İşte birkaçı: "Kürt demek, suçlu demektir", "Kürt olmak esarettir", "Yoksulluk ve mutsuzluktur", "Yalnızlıktır", "Lanetli doğmaktır", "Haktan ve dosttan yoksun kalmaktır", "Bombalanmaktır, şehirden şehre sürüklenmektir." Bir yanıt daha vardı: "Tercih imkânım olsaydı, Kürt olarak doğmak istemezdim!"
Bölge halkına bugün de aynı soru yöneltilse, hiç kuşkunuz olmasın benzer yanıtlar alınacak. Belki daha da kötüleri, daha da karamsarları.
Hani, Erdoğan'ın da dün hatırlattığı gibi, "Etnik kökeni, dini, inancı ne olursa olsun milletimizin bütün fertlerini, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığında birleştirmiştik?"
Hani Edirne'den Kars'a kadar bu topraklarda yaşayan herkes tasada ve kıvançta ortaktı?
İşte bu dışlanmışlık, 2000'lerin başında bittibitiyor denilen PKK'yı yeniden yeşertti.
Türkiye Cumhuriyeti'nin Özal'ın o yazısında dediği gibi "Büyük ve güçlü bir ulus hedefi"ne ulaşmasını ya da Erdoğan'ın ifade ettiği gibi "Taze umutların yeşerdiği, insanlarımızın ülkesi için yeniden hayal kurmaya başladıkları" dinamizmini daha da hızlandırarak sürdürmesini istiyorsak, "Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet" temelinde "Bu vatanın tüm evlatlarını kenetlemek" zorundayız. Bu da farklılıklarımızı tehdit değil, zenginlik kabul etmekten geçer. Ama sözde değil özde.
Ona da ancak ve sadece "Kürt olmak ne demek" sorusuna "Türkiye Cumhuriyeti'nin özgür, mutlu ve gururlu yurttaşları" yanıtı alınınca ulaşılabilir.