Şimdiye kadar bu köşede hiçbir okur mektubuna yer vermedik. Bugün ilk kez -son olmasını dileyerek- kuralımızı bozuyoruz.
Çünkü bir mektubu değil, bir hıçkırığı, bir çığlığı aktaracağız.
Ve çünkü bu çığlık kişisel görünse de, aslında hukuk devletinin "de facto" çöküşün eşiğine geldiğini haykırıyor.
İşte okurumuzun tarifsiz acılarını ve artık bastıramadığı isyanını yansıtan satırları: "Size anlatırsam belki içim rahatlar diye bu mektubu yazıyorum. Hayır, rahatlama değil, adalet için hala yapılabilecek bir şey varsa, belki çarkları harekete geçirmeye katkıda bulunabilirsiniz diye içimi döküyorum. Yoksa zaten ben o adaleti nasıl sağlayacağıma karar verdim bile.
Her şey 14 Mayıs 2002 akşamı saat 19.30 sıralarında başladı. Trafiğe kapalı yolda, hem de ters yönde seyreden bir otobüs oğluma çarptı.Oğlum bir hafta sonra öldü. Acımızı içimize gömdük. Ama yargı süreci, sonunda bizi isyan noktasına getirdi.
Mahkeme 2 yıl hapis verdi. Hem sürücüye, hem de yolun yapımından sorumlu kişiye. Dosya Yargıtay'a gitti. Karar: 'Otopsi yapan doktor yemin etmediği için cezanın bozulmasına!'
Oysa oğluma otopsi yapılmamıştı. Çünkü organlarını bağışlamıştık.
Yerel mahkemeye iade edilen dosyayla ilgili hukuk komedisi, bugün de sürüp gidiyor. Kazayı yapan belli, ölen belli, kazanın nasıl olduğu belli. Ama biz 4 yılda sonuç alamadık.
Bir önceki duruşmada dava 4 Ağustos 2006'ya ertelendi. Yargıç o tarihte adli tatilin başlamış olduğunu bilmiyor muydu? Tabii duruşma falan olmadı. Katil sürücünün polis marifetiyle getirilmesine karar verilmişti. O da görünmedi. Ve nöbetçi hakim adli tatil sonrasına erteledi.
"İhkak-ı hak" tehlikesi
Bu nasıl yargı sistemi, nasıl vicdan ki, adalet bekleyen evladımızı 52 aydır toprağın altında kıvrandırıyor?
Her hafta oğlumun mezarına gidip 'Rahat uyu, adalet mutlaka yerini bulacak' diye yemin ediyorum, 'Türk hukuk sistemi sağlayamazsa, Allah huzurunda and içerim ki, suçluyu asla cezasız bırakmayacağım' diyorum.
Bu sistem 4 yılda bir trafik davasını sonuçlandıramıyorsa, birilerinin yardımıyla yargılama uzayıp gidiyorsa, adalet anladığımız anlamda yerini bulmayacaksa, hiç kimse aklıma düşenlerden beni sorumlu tutamayacak.
Böyle bir adaletsizlikten kimse sorumlu değilse, ben de değilim.
Senin canın yanmış, acından ağzına lokma gözüne uyku girmiyormuş, oğlunun yaşıtlarını gördükçe gizli gizli ağlarmışsın; kimin umurunda?
Kendinizi 14 yaşında hayattan koparılmış bir çocuğun annesi ve babasının yerine koyun ve 'Adaletin yerine gelmesi için ne yapabilirim' diye sorun. Hatta bana akıl verin, yol gösterin ama sakın 'Adalete güven' demeyin."
İşte böyle...
Başbakan Erdoğan, 18 Mart 2002'de 59'uncu Hükümet Programı'nı okurken bakın ne demişti: "Adalet çok yavaş işliyor, bu da güven duygusunu zayıflatıyor. Vatandaşlarımız kimi zaman haklarını mahkemede aramak yerine ' İhkak-ı hak'ka kalkışıyor ya da yargı dışı organizasyonları devreye sokuyor veya umutsuz bir şekilde hak aramaktan vazgeçerek, haksızlığa boyun eğiyor. Tam ve zamanında adaletin tesisi için, gereken her türlü düzenlemeyi yapacağız. " O konuşmanın üstünden 54 ay geçti. H. A. adlı okurumuzun yüreğine ateş düşüren kazanın üstünden ise 52 ay.
Ve değişen hiç bir şey yok.
Ve acılı baba " İhkak-ı hak "tan, yani adaleti bizzat yerine getirmekten sözediyor.
Daha ne denebilir? Devleti devlet yapan üç erkten en önemlisi, yargı çökerse, peşinden yasama ve yürütmeyi de sürükleyeceğini hatırlatmaktan başka?