Danıştay üyesi Mustafa Yücel Özbilgin'i Ankara'da onbinler, ülke genelinde milyonlar son yolculuğuna uğurladı.
Tıpkı Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Bahriye Üçok gibi...
"Türkiye laiktir, laik kalacak" sloganının ekranlardan taştığı cenaze törenini izlerken, hüzünle Erdoğan'ın 3 Kasım 2002 gecesi yaptığı konuşmayı anımsadık: "Meclis'teki sayısal çoğunluğumuza güvenmeyeceğiz, her konuda toplumsal mutabakat arayacağız. Türban birinci meselemiz olmayacak. Cumhuriyetin temel niteliklerini asla tartışmaya açmayacağız."
Bu çizgiyi koruyabilseydi ve korutabilseydi, Türkiye bu kadar gerilir miydi? Cumhurbaşkanı Sezer 19 Mayıs mesajında uyarıdan da öte göndermeler yapar mıydı?
"Danıştay'a saldırıya neden olanlar, tutum ve davranışlarını gözden geçirmelidirler. Türkiye Devleti, laik, demokratik bir Cumhuriyet'tir. Laikliği çeşitli biçimlerde yorumlayarak, içini boşaltıp demokrasiyi, dolayısıyla devlet rejimini yıkmaya kimsenin gücü yetmeyecektir. "
Bu cümlelerin altından kalkmak kolay değil...
Peki nasıl bu noktaya geldik? Bizce herşey Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin (AİHM) 2005 Kasım'ındaki türban kararıyla başladı. Oybirliğiyle alınan ve türban yasağını "Laikliğin gereği" bulan, dahası "Siyasal İslam'ın sembolü" ilan eden karar, iktidar kadroları için kırılma noktası oldu.
Anayasa'nın 24. maddesi
Türban yasağının kaldırılamayacağı anlaşılınca konu başka boyuta taşındı: Laikliğin tanımına, daha doğrusu yeniden tanımına. Yani Anayasa'nın 24'üncü maddesinin değiştirilmesine.
Çünkü o maddenin son fıkrasında "Kimse, devletin sosyal, ekonomik, siyasi ve hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz" deniliyor.
Bu, "Dinin hakkını dine, devletin hakkını devlete vermek, din ile devleti aşılamaz duvarlarla ayırmak" anlamına geliyor.
Bu, "Eğitim, kültür ve yasama alanlarının dinden bağımsız olması" anlamına geliyor.
Bu, rahmetli Prof. Dr. Turhan Feyzioğlu'nun anayasa hukukçularının 24'üncü maddeyle ilgili çalışmalarına dayanak olan yorumunda belirttiği gibi, "Atatürkçü düşünce sisteminde laikliğin bir hayat tarzı olduğu" anlamına geliyor.
İşte, toplumsal barışın da çimentosu olan bu laiklik yorumu tartışmaya açıldı.
Erdoğan "Laikliğin evrensel normlara göre yorumlanmasını" istedi.
Arınç, "Türkiye'deki laiklik uygulamasının hak ve özgürlükleri kısıtladığını" söyledi.
Amaç: Fransız modeli laiklikten
Anglosakson türü laikliğe, yani "Sekülarizm"e geçmek. Çünkü, o tür laiklik, dini sembollerin kamusal alanda kullanılmasına izin veriyor.
Ama bu modeli isteyenler, istemekle kalmayıp hedef de koyanlar (Meclis Anayasa Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Burhan Kuzu "AK Parti ikiüç dönem daha iktidar olursa Anglosakson sekülarizmine geçeriz" dedi), AİHM'in de vurguladığı gibi "Türbanın toplumu böldüğü, dahası dini kurallara dayalı toplum yaratma tehlikesi taşıdığı" uyarılarını görmezlikten geldiler.
Dileriz, Türkiye'yi tehlikeli sulara sürükleyen son olaylardan ders alınır. Dileriz, Fransa İçişleri Bakanı Nicolas Sarkozy'nin laikliğin belki de en kestirme yorumu olan şu sözü akılları başlara getirir:
"Ben nasıl camiye girerken ayakkabılarımı çıkarıyorsam, türbanlı kızlarımız da okula girerken başlarını açmak zorundalar..."