Anlama organı olduğunu söylediğimiz beynin işlevini yerine getirebilmesi için biraz zorlanması gerekir. Gitgide karmaşıklaşan ortamın bütün boyutlarını hesaba katmak zahmetli iştir.
O boyutları kafada ikiye indirmek külfetten kurtarır kişiyi. İnsanlığı sizden yana olanlar ve olmayanlardan kurulu görür, ötesini düşünmezsiniz.
Dünyayı maksimum yalınlığa indirgeme kolaylığı içinde yaşayanların sayısı az değil. Örneğin futbol renklerinin öyle mecnunları var ki takım yendikçe mutlu, yenildikçe mutsuz olup yaşantının gerisine boş verebiliyorlar.
Bizim "aydınlar" arasında, "ciddi" konularda o rahatlığı kaybetmemiş kişilere baktıkça imrenesim geliyor. Ülkeyi şöyle görüyorlar hâlâ:
Bir yanda açık kadın başı ve içki özgürlüğü savunucusu, Atatürkçü, ordu sempatizanı, aydınlıkçı ilericiler. Öte yanda Türkiye'yi İran yapma heveslisi, türban yanlısı, Atatürk ve ordu düşmanı, takiyeci, karanlıkçı gericiler. Ah, ikincilerden bir kurtulsak... Bir kurtulsak...
Bendeniz de diyorum ki, ah, keşke durum o kadar yalın olsa! Azınlığa çoğunluğa bakmaz, koyun sürüsüne dalan bir avuç kurt misali darbe yapıverip işi bitirirdik. Yazık ki dünya ve ülke çok boyutlu.
***
Sayfalarda yakın komşum Süleyman Yaşar'ın yazılarını okuyor musunuz? Sık sık müthiş bir projektör ışığı tutup temel gerçekleri aydınlatmakta. Önceki gün postmodern lakaplı 28 Şubat katakullisinin içyüzünü özetledi:
İrtica önleme sloganıyla devrilen hükümetin programındaki
"rant ekonomisinden üretim ekonomisine geçiş" ilkesi uyarınca, fazla parası olan KİT'lerin özel bankalarla değil de tek kamu havuzuyla çalışması planlanmıştı. İstanbul sermayesinin yüksek faiz avantasına paydos borusu çalınıyordu.
Turgut Özal da ihracat ağırlıklı rekabetçi ekonomiye geçişi başlatmış, devletten beslenmeden üretime güvenen Anadolu sermayesini güçlendirmişti. Şöyle anlatıyor Süleyman Yaşar:
"Anadolu sermayesi İstanbul holdinglerinin taşra bayisi olmaktan çıkıyor, büyüklerin pazarına üretici olarak giriyor, dolayısıyla pazardan kovalanması gerekiyordu. Bu kovalama işi askere ve maliyecilere yaptırıldı. Anadolu'nun yatırım izinleri iptal edildi.
Üzerlerine denetim diye maliye müfettişleri gönderilen çok şirket hareketsiz hale getirilerek kapanmak zorunda bırakıldı."
Evet, o günlerde
"Tanklar yürüdü, Atatürk kazandı" diye sevinen
"aydınlar" gerçekte kimlerin kazandığını anlasınlar artık. TÜSİAD ellerini ovuşturdu, Aydın Doğan dostumun amiral gemisinin önderliğinde ballı maaşlı kalemşorlar alkış tuttu, Demirel'in himayesinde rahat bir nefes alan etobur bürokrasi geğirerek koltuğuna yaslandı.
***
Başka bir kritik gerçeğe parmak basan Süleyman Yaşar Türkiye Komünist Partisi eski Genel Sekreteri, günümüzde Taraf yazarı Nabi Yağcı'dan alıntı yaparak şunu vurguluyor:
İslami denen çevrelerle o parti demokrasi önündeki engellere karşı yurt dışından ilişki kurmuş.
Şöyle bir teşhis var Yağcı'nın yazısında da:
"Siyasi İslam Türkiye cumhuriyetinin kuruluşundan günümüze tarihsel ana muhalefeti oluşturuyor ve dolayısıyla değişimin de itici gücü olma potansiyelini taşıyordu."
***
Bundan sonra ne olacağını sorarsanız, görebildiğim kadarını söyleyeyim de iyi niyetli ama
"endişeli" vatandaşlar rahatlasın biraz.
İslami denen kesimin etki artışı beş on yıl sürecek. Belki baş örtüşler, içki karşıtlığı,
"sakıncalı" dizilere homurdanma türünden
"muhafazakârlık" kapsamları biraz daha genişleyecek. Ancak bu toplum bünyesinde bir geri gidiş olmayacak.
Tersine, ekonomik gelişme hızlandıkça bir dönem sonra tepki de baş gösterecek. İyi yaşama merakı, hoşgörü, incelikler ağır basmaya başlayacak. Göbek kaşıyan eller para saymaktan vakit ayırıp kitap sayfası çevirecek, konser alkışlayacaklar. O ortamda sosyal adalet arayışı da kolaylaşacak.
Demode Marx öyle diyor.