Gelin yine bir senaryo çerçevesinde düşünelim. Size miras kalmış bir çiftlikte yaşıyorsunuz. Komşu çiftliğin sahibiyle süregelmiş bir anlaşmazlık var. Adam kendisine verilmiş bir zarardan ötürü 100 bin lira tazminat istiyor. Siz onu esasta haklı, ama talebini fahiş buluyorsunuz.
Pazarlık yoluyla çözümü de komşunun zorbalık yanlısı yeğeninin densizlikleri zorlaştırmakta. Başka hasımlarınıza alet olduğundan kuşkulandığınız o serseri ortak kullanılan kuyuları zehirliyor, elektrik tellerini kesiyor, iki çiftliğe de zarar veren belalar çıkarıyor boyuna.
Sonunda "Artık anlaşıp barışalım" diye haber yolluyorsunuz komşuya. "Hadi 50 bine razı ol da sona ersin bu saçmalık." El sıkışılacağı gün zorba serseri tarlanıza Molotof kokteyli atıp ekinleri tutuşturuyor. Bir yandan da pencerenizin altında davul çalarak bağırıyor avaz avaz:
"Oh ya! Dize getirdik ya seni! Nasılmış? Sürtüldü mü burnun?"
Tepeniz atıyor. Gözünüz duvara asılı av çiftesine gidince kafanızda doğrulan şeytanın sesi dışarıdaki bağırtıyı bastırıyor:
"Yetti be! İnceldiği yerden kopsun! Benzeteyim şu iti!"
***
Şimdiii...
Soru şu: Kafanızın içinde o şeytanın önünü kesecek bir uygarlık meleği var mı, yok mu? Varsa, öfkenizi dizginler, tarladaki ateşi söndürür, komşunuzla açık yüreklilikle pazarlığa oturur, el sıkışınca zorbayı devre dışında bırakmış olursunuz.
Yoksa?
Tetiği çekmenizle olaylar kontrolünüzden çıkar. Bırakın karakol, morg, kodes olasılıklarını, tırmanıveren kavganın parasal sonuçları bile 50 binlik, 100 binlik zararları çok aşan bir yıkıma varabilir. Yalnız tarlalar değil, çiftlik evleri de yanar belki.
Öfkenin baldan tatlı olduğu söylenir ama zehirli çiçeklerden toplanmış deli bal da var. Kovana el atmadan önce durup düşünmek gerekir.
Türkiye işte öyle bir karar kavşağında.
***
Hak ve Eşitlik Partisi Genel Başkanı emekli Tümgeneral Osman Pamukoğlu kendi kullandığı otomobili yoldan çıkararak kaza yaptı. Büyük geçmiş olsun. Ama şaşmadım. Çünkü bir gün önce onu Cüneyt Özdemir'in programında izlemiştim. Öfke ve şiddet dolu, pek hızlı bir zat.
Güneydoğu konusunda somut çözüm ve tutarlı yanıt gerektiren sorulara elini çenesinin altına dayayıp
"Milletin burasına geldi" diyerek karşılık veriyordu. Haksız değildi tabii. Gerçekten oramıza geldi hepimizin. Türk ya da Kürt, bu topraklarda yaşayan herkesin. Ancak, oraya gelen o
"şey" nasıl giderilecek? Sorun bu.
Sayın Pamukoğlu'nun önerisi basit. Emrine verilecek askerleri eğitecek, dağdaki yerleri besbelli bölücüleri iç, orta ve dış çemberler içine alıp etkisiz kılacak.
Tamam da... Diyelim başardı. Düzlüklerdeki Kürt delikanlılarının büsbütün bilenip dağın başka yerlerine çıkmasını nasıl önleyecek? Onlardaki öfke birikimini azaltmaya başlatacak
"Hak ve Eşitlik" tanıma gibi önlemlerin tümüne karşı çıkıyor. Varsa yoksa yumruk.
Ve korkarım sayın Genel Başkan gibi düşünenler hızla çoğalmakta.
"Ne olacaksa olsun artık" türünden sözler gitgide daha sık duyuluyor.
"İç savaş" lafı da pek kolay telaffuz edilmekte.
***
Hiç savaş yaşamamış olanlar için o kavram ekran oyunu gibi bir şeydir. Hiç oyuna benzemediği başa gelince anlaşılır. Hele iç savaş... Kalabalıkların sokaklarda çatışması... Ev kapılarına gözü dönmüş güruhların dayanması... Kadın ve çocuk ölüleri... Tahtaya vurun!
Öyle bir olasılığın belirmesiyle birlikte ekonominin kazık fren yapması caba.
Sorabilirsiniz:
"Peki, ne diyorsun? 'Ver de kurtul' mu?"
Hayır. Hiçbir somut zarara uğramadan, tam tersine pek çok tıkanıklık giderilip sosyal ve ekonomik yararlar sağlanarak ne anlaşmalara varılabileceği serin kafayla düşünülsün, yeter.
İlk adım konuyu iktidar partisinin sorunu saymaktan vazgeçmek. Evinizin bir köşesi tutuşsa oturup itfaiye mi beklersiniz? Su dökmez misiniz ateşe?
Sayın Kılıçdaroğlu! Önce siz defne dalı uzatın lütfen. Hemen!