Anılar en sağlam yatırımlardır. Çürümez, değer yitirmez, haczedilemez. Ama Türkiye gibi sürrealist bir ülkede yaşamışsanız, bambaşka -ve çok garip- şeyler gelebilir anılarınızın başına. Belleğinizin duvarına cennet resmi diye astığınız bir tablo cehennem görüntüsüne dönüşebilir.
Padişahlık döneminin ileri gelenlerinden Zihni Paşa Erenköy'ün Ziverbey taraflarında, yüksek duvarlarla çevrili koru içine bir köşk yaptırmış. Mirasçılarından biri de yatak keyfi yaparken elinden düşürdüğü sigarayı karyola altında aramaya kalkmış, iyi görebilmek için çakmak çakınca şilteyi tutuşturmuş, köşkün büyük bölümünü kül etmiş.
Yerine kocaman bir villa yaptırmışlar. Sonra o da yerini beton bloklara bıraktı tabii. (Deniz Som binanın geçmişini araştırıp tarihçesini ayrıntılarıyla yazdı.)
Zihni Paşa'nın torunu Behin Hanım, annemin en yakın arkadaşıydı. Ben o sırada Mehmet Ali Aybar aracılığıyla TKP'den aldığım talimat uyarınca Çağlayan Yayınevi'ni kurmuşum. Beklenmedik kapitalist başarı yüzünden para yağıyor. Aynı talimatın bir bölümü olan "Hovarda gibi yaşar görün" emrine uymak için de elimden geleni yapmaktayım. İlk eşimden boşanmış bulunduğumdan, zor olmuyor.
Hem devrimcilik yaparken (şimdi sorsanız "devrimcilik oynarken" derim) gözden uzak üs görevi görecek, hem de garsoniyer gibi kullanılacak yer arıyor, aileme "Yazı yazacak gürültüsüz bir köşeye ihtiyacım var" diyorum. Behin Hanım bunu duyunca "reddedilemez bir teklif" yaptı:
"Bizim köşk boş duruyor. Çürüyecek. İstersen daire fiyatına kiralarım orayı sana."
Hemen kaptım ve görevimi canla başla yerine getirmeye koyuldum. Saray yavrusu gibi binanın kimi odalarına "gizlenecek şeyler" kilitleniyor, kimi salonlarında kafadarlarla uzun uzun tartışılıyor, kimi odalarında da anılara tatlı malzeme sağlayacak saatler yaşanıyordu.
Ne iyi, değil mi? Ama bakın çok geçmeden ne oldu o anılara.
***
Köşkü boşaltıp yurtdışına gitmemden sonra Behin Hanım'a birileri gelip iyi parayla yeni kiracı bulmayı önermişler. Sorduğumda
"Onların kimler olduğundan haberim yoktu" diye yemin billah etti. Meğer
"derin devlet" görevlileriymiş.
En sevdiğim dostlarımdan biri olan İlhan Selçuk -sadist kaderin cilvesine bakın ki bir dönemde çok güvendiği o
"derin devlet" tarafından- tutuklanıp Behin Hanım'ın villasına hapsedilmiş, karyolalara bağlanmış, ayaklarının altına sopalar vurulmuş.
"Acısı başka şeye benzemiyor" diyordu.
Şimdi söyler misiniz, ben belleğimin neresine yerleştireyim o binayı? Hakkında ne düşüneyim?
Ya, en yiğit, en iyi niyetli, en değerli oğullarından birine bunu yapabilen Türkiye Cumhuriyeti hakkında?
***
Her insanı seven de vardır, sevmeyen de. İlhan Selçuk gibi kafasının dikine giden ve sözünü sakınmayan kişiler için daha da geçerlidir bu kural.
Şimdi dostları onu niçin sevdiklerini anlatacaklar günlerce. Ben dostu olmayanları muhatap alayım.
Ne söylenebilir İlhan kardeşime karşı? Bir kişi tek kanıt göstererek onu çıkarcılıkla, kaypaklıkla, kişisel hesapları toplum esenliğinin üstünde tutmakla suçlayabilir mi?
Öyle bir iddiada bulunan olursa ya yalancıdır, ya paranoyak.
Ha,
"Darbeciydi" denecek belki. İşte açık yanıt:
Evet,
"darbeci" idi bir zamanlar. Ben de öyleydim.
Ama nasıl darbecilikten söz ediyoruz? Türleri var. Pinochet darbeciliği Lenin darbeciliğinin 180 derece karşıtıdır. Atatürk de
"Efendiler, bu böyle olacak, yoksa kelleler gider" dediği gün bir çeşit darbe yapmış değil miydi?
İlhan Selçuk o kafada olduğu dönemde ilerici subaylara güveniyor, silahlı kuvvetleri Mustafa Kemal'in vurucu gücü sayıyor, onun Fevzi Çakmak ordusu da olduğu gerçeğini geri planda tutuyordu. Ben Türk proletaryasının kısa sürede bilinçlenebileceğine inanıyordum. O da fos çıktı. Şimdilik.
İlhan Selçuk insandı, insan! Yalnız kendi için yaşamadı. Zamanla çoğunluk o rütbeye erişecek. Ve dostum mutlu sona ışıl ışıl bir katkıda bulunmuş olacak.