Duruşmada ahkâm kesmeye kalkan görgü tanığına "Lafı uzatma, gördüğünü söyle" der yargıç. Öyle yapayım.
Kısa adı İHH olan Uluslararası İnsancıl Yardım Örgütü üstüne, ileri geri konuşulmakta.
Kaynağı, kadrosu, hedefi, işleyişi bilinmeyen "esrarlı" bir kuruluşmuş gibi dedikodusu yapılıyor.
Ben o örgütü araştırmadım ama iş üstünde tanıdım.
Şimdi Kültür ve Turizm Bakanı olan Ertuğrul Günay Bosna savaşının alevli günlerinde oraya bir aydınlar grubu götürmek için kampanya başlatmıştı. Ben de onlarla temas kurup sembolik destek sağlamak için beş on kişilik bir silahlı gönüllüler grubunun Bosna birliklerine katılmasını önerdim.
O olmadı ama Ankara'da Türkiye Günlüğü dergisi yöneticileri, Mustafa Çalık ve arkadaşları, Bosna Dayanışma Grubu üyeleri beni arayıp buldular, gazeteci Hakan Albayrak ve Bosnalı eşi Emira ile tanıştırdılar.
Hepsi başkalarının "donkişotça" dediği bir serüvende yardım sağlamak için seferber oldu.
Hakan Albayrak İHH Zagreb Bürosu Müdürü Abbas Tayfun'un adını vermişti. Oraya uçup Abbas'ı buldum. Ömrümde gördüğüm en "teftişe açık", en yardımsever, en yürekli, en de çalışkan ve becerikli insanlardan biriydi.
Gırtlağı sıkılan Bosna'ya Avrupa'dan somut destek malzemesi sağlamak için akıl almaz tehlike ve güçlüklere göğüs gererek gece gündüz çaba harcıyordu.
Bürosunu, belgeleri, depoları açtı bana. İkmal merkezlerini gezdirdi. Sorduğum her soruya net cevaplar verdi. Hırvat engellerinin nasıl aşıldığını, Sırp tuzaklarına nasıl teğet geçildiğini anlattı ayrıntılarıyla. Sonra da kafamda ve gönlümdeki aydınlanmaların en önemlilerinden birini yaşatarak büyük iyilik etti. Bosna'nın Kara Kuğular adlı seçkin savaşçılar birliğine kabul edilmemi sağladı.
Sonrasını anılar kitabımda anlatmıştım. Burada söyleyeceğim şu:
İHH karanlık maranlık değil, alabildiğine aydınlık bir güç.
***
Bugünlerde gelişmelerin hızı baş döndürücü, gaddarlıklar tüyler ürpertici, alçaklıklar mide bulandırıcı. Hiçbirine şaşmıyorum artık.
Ama hep kendime yakın bulmuş olduğum kimi çevrelerdeki ofsaytta kalışları anlamakta güçlük çekiyorum. En çok da Atatürkçülük diye bilegeldiğimiz anlayışın temel çizgisine getirilmek istenen çarpıklık tepemi attırıyor.
Beyler, hanımlar, muhteremler!
Söz konusu anlayışın özü bağımsızlık değil midir? O özellik için
"Karakterimdir" dememiş miydi rahmetli?
Vatan toprakları işgal altındayken, elde ordu mordu kalmamışken, başka çare göremeyince ehven-i şer Amerikan mandası isteyen iyi niyetli aydınlarımızı bile bağışlamakta güçlük çekmedik mi yıllar boyunca?
Şimdi insanlarımıza ve onurumuza faşistçe saldıranlara arka çıkmaya niyetli aynı Amerika'ya direnebiliyoruz diye kimi dostlarımdan duyulan telaşlı ve ödlekçe sesler neyin nesi?
"Aman dalgalandırmayalım, kızdırmayalım, suyuna gidelim" iniltileri vaktiyle kimi mütareke basını yorumcularının
"Gerçekçi olalım, haddimizi bilelim, kadere rıza gösterelim" vıyaklamalarına benzemiyor mu? Atatürkçülüğün neresine sığar bu
"tevekkül"?
Hani bütün derdimiz laikliğin korunmasıydı?
İsrail kadar laiklikten uzak devlet yok günümüz dünyasında. Bizde yıllar yılı takkeli, takunyalı, eli tespihli yobaz tipi karikatürlere umacı modeli oldu. Bırakın İsrail'in duvar boyunca sıralanıp sallanan acayip kılıklı fanatiklerini, komando kılıklı, eli otomatik silahlı, gözü dönmüş aşırı dincileri çok daha korkunç yobazlar değil mi?
Kaderin cilvesine bakın: Türkiye'de laikliği yok etmesinden korkulan Recep Tayyip Erdoğan o İsrail yobazlarıyla gırtlak gırtlağa. Ve bizim laiklik savunucularımızdan kimileri o yobazların avukatı rolünde!
***
Sapla saman karışmasın. Militarist serüvenciliğe karşı çıkmak,
"Kazanacağımız besbelli hukuk savaşlarını bırakıp Mehmetçiği gereksiz sıcak çatışmalara sokmayalım" demek başkadır, uluslararası forumlarda Amerikan lobicileriyle Netanyahu ortaklığına boyun eğilmemesini istemek başka.
Davutoğlu işi iyi götürüyor. Çatlak seslerle gölge edilmesin, yeter.