1 Mayıs 1977 günü basın emekçileriyle birlikte Taksim'deydim. Eşim Tülay 100 metre kadar ötede, İlerici Kadınlar Derneği grubunun içindeydi. Ateş açılıp da kargaşa başlayınca birbirimizi kaybettik.
Çok insan öldüğü duyuldu hemen. Cep telefonu icat edilmiş olmadığından, ölenler arasında karımın bulunup bulunmadığını kestirmenin yolu yoktu.
Hızla gazeteye gittim (Milliyet'e). Ölenlerden kimliği belirlenenlerin adlarını öğrenmek için Yazı İşleri'nde beklemeye başladım. Kazancılar yokuşundan kaldırılanlar arasında "sarı saçlı, uzun boylu, güzel bir kadın cesedi" olduğu haberi gelince beynimden vurulmuşa döndüm.
Arkadaşlar, "Saçmalama, İstanbul'da o tarife uygun binlerce kadın var" diye azarladılar. Ama ancak iki saat sonra eşimin eve dönmüş olduğunu sabit telefonla öğrenince rahatlayabildim.
Saldırının derin devlet işi olduğunu düşünüyorduk hepimiz. O kavram "CIA bağlantılı bir bölüm MİT artı bir bölüm polis artı bir bölüm asker" demekti. Ancak, koyu sise gömülü bir meşum güç biçiminde... Somut ayrıntılarla neyin nesi olduğunu araştırmanın değil ya, öyle bir denemeye girişmenin bile yolu yoktu. Delinmez ve dağıtılmaz bir karanlık içindeydi her şey.
Hayır, eski günleri aramıyorum.
***
Yalan söylemeyeyim, başka bir bakımdan eski günleri arıyorum tabii. Daha da eski günleri. Gençlik yıllarımı.
O zamanlar
"proletarya" ile el ele verilerek dünyanın insana yakışır bir düzeye getirilmesine katkıda bulunduğumu düşünmenin coşkusunu yaşıyordum. Bir al bayrak görsem ya da Enternasyonal marşını duysam o inancın tatlı heyecanı doluverirdi gönlüme.
Kimdi proletarya? Şairin
"Onlar ki toprakta karınca/suda balık/havada kuş kadar/çokturlar" diye anlattığı emekçiler.
"Bir şafak vakti ağır ellerini toprağa basıp doğruldukları zaman" insanlığın bahtı değişecekti. Çok şey yaşandı.
Çok yiğitler elden gitti o uğurda. Şair zindanlarda kalbini yıprattı. Che dağlarda vuruldu. Deniz ile iki delikanlı arkadaşı ipte can verdi. Hepsi gömüldü ama kimse ağır ellerini toprağa basıp doğrulmadı.
Cumartesi günü Taksim'deki al bayrakları ekranda seyrettim. Pankartlardan birinde Enternasyonal marşı da anılmıştı. Gözlerim yaşarmadı, boğazım düğümlenmedi, tüylerim ürpermedi. Yalnız bir hüzün çöktü içime.
Dünya mı değişti? Elbette. Ben mi değiştim? Elbette. İkisi birden mi oldu? Elbette.
Peki, yüz yıldır dünyayı allak bullak eden müthiş macera bir yanılgı hikâyesi midir? Boşuna yaşanıp tarihin çöpüne mi gitti?
Hayır, hayır, bin kere hayır! Bugün insanoğlu biraz daha insan ise, çekilen çilelerin sayesinde. Toprak altındaki yiğitlere reva görülen azap uygarlığın azotu oldu.
***
Andığım üç örnekteki Che bizim etki alanımızın dışında. Nâzım'ın çilesi de unutulmadı ama kamuoyumuzda sindirildi, uzakça geçmişte kaldı. Üç gencin idamı ise toplum vicdanında hâlâ açık bir yara. Astıran yargıç unvanlı kişi birkaç gün önce öldü. Başka sorumlular yaşıyor.
Yaşamakla kalmıyor, kimileri tarafından hâlâ el üstünde tutuluyorlar. İçlerinde bugün bile rehber sayılanı var.
Cumartesi günü Haber Türk kanalındaki bir belgeselde o yağlı ip faciasının ayrıntıları yayımlandı. Kanımı dondurdu Süleyman Demirel'in Meclis'te üç genç için
"Vatan hainidirler, idamları doğrudur" diye dil dökmesi, yandaşlarının
"Asılsınlar, asılsınlar!" diye haykırışmaları.
Kenan Evren'in yargılanıp yargılanmamasını tartışıp durmaktayız. O zaten artık cezai ehliyeti de tartışılabilecek bir kişi. Yargılama yalnız mahkemede olmaz. Vicdanlar daha önemli forumdur. Demirel ile şürekâsına orada hüküm giydirmezsek uygarlık kervanının gerisinde kalırız.
Çünkü hızlanıyor o kervan. Proletarya ağır ellerini toprağa basmasa da, tümüyle insanlık ayağa kalktı, gidiyor.