Pazartesi sabahı 10:00'da Ankara'ya kalkacak uçağın içinde bekliyoruz.
Saat 10:16. Yani olağan dışı bir gecikme yok. Birkaç sıra gerimden gelen gür ve inanılmaz yükseklikte bir erkek sesi herkese şok yaşatıyor birden:
"N'oluyor yahu? Niye kalkmıyoruz? Anons yapılsın!"
Dönüp bakıyorum. Manyak falan değil bağıran. İşadamı kılıklı, orta yaşlı bir yolcu. Hiçbir anormallik olmamış gibi, yeniden yanındakilerle sohbete koyuluyor.
Geçenlerde bir Fazıl Say konseri dinlediğimi anlatmıştım. O konserin başlaması da 20 dakika kadar gecikmişken birden alkış koptu salonda. Önce şaşırdım, sonra fark ettim:
Gecikme protesto ediliyordu.
Çocukken annem babam beni lokanta gibi bir yere götürürlerse sofraya oturup uslu uslu beklerdim. Şimdi öyle bir durumda sipariş verilmesinin üstünden beş dakika geçse de sofraya bir şeyler gelmese, çocuklarım söylenmeye başlıyorlar:
"Daha ne kadar bekleyeceğiz?"
Otoyol gişelerinde otomatik geçiş düzeninin kurulmasından önce, çok sıcak bir yaz günü Tekirdağ tarafından İstanbul'a dönerken acayip uzunlukta kuyruklarda saatlerce beklemiş, sonunda gişelere yaklaşabilince yalnız iki tanesinin açık olduğunu görüp ana avrat dümdüz gitmiştim.
Onların önünde yığılı trafik birdenbire akmaya başladı. Önce orada da şaşırıp sonra fark ettim durumu: sabrı tükenen sürücüler bariyerleri kırmıştı.
Kural ve yasa dışı bir davranıştı ama, sevinmedim dersem yalan olur. Toplumumuz sabırsız. Bildiğiniz ünlü sözün kimi duruma uymadığı söylenemez:
"Sabır eşek meziyetidir."
***
Obama dün sözünü ettiğim kıstırılmışlık sıkıntısından sıyrıldı biraz. Sağlık reformuna direnenlere karşı bir yasama başarısı kazandı.
Bunun coşkulu sevinçle karşılanmasının tek nedeni ülkesindeki kazıkçı tıp ayıbının giderilmesi umudu değil. Çok daha kapsamlı bir beklenti söz konusu.
Amerika'nın aklı başında gözlemci ve yorumcularının gitgide artan bir korkuyla dile getirdikleri
"Japonya gibi mi oluyoruz?" sorusu var.
Yakın geçmişte o ülkenin ekonomi alanında dünyanın ikinci süpergüç statüsü sağlamdı. Kısa sürede birinciliğe yükselmesi bekleniyor, her yerde
"Japon mucizesi" konuşuluyordu. Amerika ve Avrupa'daki pek çok dev şirketin oradaki üretim yöntemlerinden kopya çekmesi âdetti.
Sonra durgunlaştı Japonya. Borsası ve emlak fiyatları düşünce bir çeşit sürekli kriz eşiğine geldi. Zengindi, sosyal güvenlik sistemi cömertçe kurulmuştu; ülkede sefalet tehlikesi yoktu. Hazırdan yemeye, iç borcunu hovardaca artırmaya başladı.
Ataerkil düzenin donukluğunda, yarım yüzyıl boyunca değişmeyen bir iktidarın yönetiminde, yeni düşünceler ve yaklaşımlar tartışılmaz oldu. Tehlike işaretleri belirdikten sonra da
"Acelesi yok, ileride bakarız" diye çözüm arayışları erteleniyor, acı ilaçların önerilmesinden bile kaçınılıyordu hep.
Sonunda hesap günleri geldi çattı. Japonya iflas tehlikesine sürükleniyor, hızla itibar kaybediyor, Çin'in gerisine düşüyor.
Amerika için de benzeri akıbet ciddileşmekte. Oranın düşünen insanlarının telaşı ondan.
"Ya değişemezsek, Obama dediklerini yapamazsa?" diye kıvranıyorlar.
***
Yanlış yapmanın beteri, hiçbir şey yapmamaktır. Bireyler kadar ülkelerin de o gerçekle karşılaştıkları oluyor.
Türkiye'de hızlı değişim yaşanırken herkes birbirinin yanlışını yakalama derdinde. Fırtınanın gürültüsünden bunalıyoruz zaman zaman. Ama tersini düşünelim:
Yaprak kımıldamasa, durgun sular kokuşsa daha mı iyi olur?
Hayır, sevinin. Tufan yağmurları yağsa, ırmaklar taşsa, seller şurayı burayı yıksa da karamsarlığa kapılmayın.
Kuruluşu tamamlanmamış, çalkantılı bir ülkeyiz hâlâ. Kabuğumuzun da, ruhumuzun da yenilenmesi sürüyor.
Sular er geç yatağını bulur. Fırtınalardan sonra yeryüzü daha güzel olur.