Yorumcularımızın hemen hepsinin iddiası aynıdır:
"Ben tam bağımsızım. Talimat, telkin, etki metki dinlemem, yalnız ilkelerimi savunurum. Başka nedenle taraf tutmam."
Güzel de, uygulamada insanın gerçekten öyle davranabilmesi için -gerekli eğitimi almış ve düşünce disiplinini edinmiş olması gibi normal kazanımlar dışında- şartlar vardır:
Olgunlaşmış ama yaşlılıktan korkmayacak kadar güvence sağlamış, yapmak istediği her şeyi yapmış, merak ettiği her şeyi denemiş, imrendiği her şeye kavuşmuş, kalenderleşmiş mi? "Hayattan yeni beklentim yok, açığım olmadığı için kimseden çekinmem de yok" diyebiliyor mu?
Bendeniz şanslı biriyim. Hiçbir özellik ya da marifetim olmadan, "hasbelkader" o durumdayım. Ve o sayede, "Kim ne der?" diye kıvranmadan, her düşüncemi apaçık yazmaya izninizi rica ediyorum.
İster bir yandaki dostlarca militan muhalifliğe soyunmakla suçlanayım, ister öte yandakilerin "Yalaka mı oluyorsun?" iltifatıyla karşılaşayım...
***
İki durum pek üst üste geldi:
Gazeteci Aylin Duruoğlu
"mimlenmiş" biriyle yemek yedi diye tutuklanıp sokulduğu cezaevinde 10 ay kaldıktan sonra ilk duruşmada serbest bırakıldı.
Siz bir kuyrukta 10 dakika bekletilseniz sinirlenirsiniz. Genç bir kadının yaşantısından ve mesleğinden 300 küsur gün gaspedilmesi ne demektir, düşünün lütfen. Aylin bu felaketi insan haklarına saygılı bir ülkede yaşamış olsaydı, sorumlulardan servet çapında tazminat alırdı.
İkinci durum
"Yargı reformu gereksiz" diyenlerin dikkatine:
Üç gün sonra Mustafa Balbay'ın cezaevi çilesinin de birinci yılı doluyor. İşinden gücünden, çoluğundan çocuğundan uzakta, demir parmaklıklar arasında dakikaları saymakta 362 gündür. Düşündükçe kendi özgürlüğümden utanır oldum.
"Suçu var mı, yok mu" tartışmasını bırakıp usul açısından bakalım konuya. Tutukluluk gerekçesi kaçma ihtimali değil mi? Ben burada kefil oluyorum: Mustafa Balbay kaçmaz. Serbest bırakılır da kaçarsa, söz: o gün kapatırım bu köşenin kepengini.
Neden mi eminim o kadar? Dostumu tanıyorum da ondan. Balbay suçlamanın kabulü anlamına gelecek bir davranışı onuruna yediremez.
***
Frenklerin
"Şeytan'ın avukatlığını yapmak" deyimleri vardır. Dinleyenlerin aykırı bulacağı, belki de ayıplayacağı bir şey söylemek anlamına gelir. Şimdi ona soyunuyorum.
Başbakan köşe yazılarında yanlış bulduğu iddiaların gerginlik ve ekonomik çalkantı yarattığını, bundan medya patronlarının sorumlu olduğunu ileri sürdü. Öfkelenen pek çok meslektaş efelendiler
"Ne demek, patronlar işimize mi karışacak?" diye.
Bir kere, talimatla yazı yazılması ya da yazılmış şeylerin silinmesi ülkemizde görülmemiş şey değildir. Kimileri bunu rahatça ve sürekli, kimileri de zaman zaman köşeye sıkışarak yaptılar. Yakın geçmişte en sansasyonel
"ayrılma" olaylarını yaşayan arkadaşlar bile ne ödünler verme zorunda bırakıldıklarını anlattılar.
Sonra, patron çıkarını kollamak ille onun telefon açıp talimat vermesiyle olmaz. Her gazetenin çizgileri vardır; orada yazan kişi onları büsbütün görmezden gelmemeye razı olmuş demektir.
Katı gerçeğe parmak basalım. Kurulu düzenimizin her alanındaki gibi medyada da bir ölçüde patron çıkarının kollanması kapitalizm gereğidir.
"Düzen temelden değişsin, gazeteler kamu malı olsun, okurlar gerekiyorsa 5 lirayı bastırıp onları reklamsız da yaşatsınlar" diyebiliyor muyuz?
Hayır. Çünkü günümüzde sonuç alınamaz. KİT tipi gazetelerin tam felaket olduğu da dünyadaki ve yurttaki denemelerle anlaşıldı çoktan. Basın özgürlüğünü elden geldiğince savunalım elbette. Temel düzeltmelere yönelerek. Narasız.
Doğruya doğru demenin
"yalakalık" olmadığını da bilelim artık. Hüseyin Çelik önceki gün Sevilay Yükselir'in röportajında pek çok olumlu söz söylüyor, örneğin
"Devlet millet içindir" diyordu. Ben o tezi savunmak için yıllar önce Milliyet'te düzinelerce yazı yazdım. Şimdi
"aydın" kesiminin gözünde kabadayı muhalif görünmem gerekir, onlar da Hüseyin Bey'i sevmez diye, doğruya yanlış mı demeliyim?
Şeytan asıl o zaman sevinir.