Yakın zamanlarda Türkiye ve Yunanistan'ın özellikle Doğu Akdeniz'de yaşadığı gerilim, aslında iki ülkenin Ege Denizi'nde benzer meseleler ve daha fazlası üzerinde 1950'lerden beri yaşadığı sayısız gerilim ve hatta sürtüşmelerin sonuncusudur. İki ülkeyi ara ara savaşın eşiğine de getiren gerilimlerin temelinde gerçekte tek bir unsur bulunuyor. Yunanistan'ın karasularının muhtemel genişliği, egemenlik, Yunanistan'ın ulusal hava sahasının genişliği, kıta sahanlığı sınırının oluşturulması ve silahsızlandırılmaya dair belli başlı bütün sorunların temelinde Ege Adaları bulunmakta. Hatta denebilir ki "Adalar Denizi" diye de bilinen Ege Denizi'nde, şayet hiç ada olmasa idi ya da ihmal edilecek kadar az sayıda ada olsaydı, diğer hiç olmayacak veya Yunanistan'ın muhtemel karasuları genişliği ve kıta sahanlığı sorunları kolayca çözülebilir sorunlar olacaktı.
Osmanlı Devleti'nin son döneminde, diğer devletlere devredilip de Osmanlı kıyılarına yakın Doğu Ege Adaları'nın silahsız kalmasını sağlama anlayışı daha 1913'te yerleşmeye başlamıştır. Balkan Savaşları'ndan sonra, Yunanistan ve Osmanlı Devleti tarafından 17 Mayıs 1913 tarihli Londra Protokolü ile yetkilendirilen altı devlet (Almanya, Avusturya-Macaristan, İngiltere, Fransa, İtalya ve Rusya) 13 Şubat 1914'te taraflara bildirdikleri kararda, Yunanistan'a bırakılacak adaların tahkim edilemeyeceğine ve askeri-deniz amaçlı kullanılmayacağına hükmettiler. Silahsızlandırılan bu adalar, İtalya'ya bırakılmış olan Oniki Adalar hariç Doğu Ege'de bulunan ve Yunanistan'a verilen bütün adalardı.
Lozan Antlaşması'nın 12. maddesi, altı büyük devlet tarafından alınan bu kararı aynen onayladı. 13. maddesi ise Yunan Adaları Midilli, Sakız, Sisam ve Ahikerya adalarında "hiçbir deniz üssü kurulmayacak, hiçbir istihkâm yapılmayacak" ve hatta "Bu adalarda Yunan askeri kuvvetleri, askerlik hizmetine çağrılmış ve bulundukları yerde eğitilebilecek normal asker sayısından çok olmayacağı gibi, jandarma ve polis kuvvetleri de bütün Yunan ülkesindeki jandarma ve polis kuvvetlerine orantılı bir sayıda kalacaktır" gibi daha da kısıtlayıcı bir hüküm getirmiştir.
Oniki Adalar'ın askersizleştirilmesine dair hüküm ise, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra –Yunanistan dahil– galip sayılan yirmi devletin İtalya ile yaptıkları 10 Şubat 1947 tarihli Paris Antlaşması ile getirilmiştir. Bu antlaşmanın 14. maddesinin 1. paragrafı "Oniki Adalar" başlığı altında ismen sayarak Meis Adası dahil 14 adanın İtalya'dan Yunanistan'a devredildiğine hükmederken 2. paragrafı da "Bu adalar askerden arındırılacak ve öyle kalacaktır" kuralını getirmiştir.
Görüldüğü gibi Türkiye'nin güvenliğinin korunması temel amacıyla Doğu Ege Adaları'nın Osmanlı veya Türkiye dışında hangi ülkeye geçerse geçsin silahsız kalacağı hem anlayış olarak hem de hukuken sağlam bir şekilde yerleşmiş durumdadır. Lozan Antlaşması ile Ege Denizi'nde kurulmaya çalışılan hassas dengenin çok önemli bir unsuru olan ve Türkiye'nin güvenliği ile doğrudan alakalı bu durum Yunanistan tarafından değiştirilmeye ve tümden kaldırılmaya çalışılmaktadır.
Doğu Ege Adaları'nın silahlandırılması sorunu ise yeni bir sorun değil. 1960'larda başlangıçta gizli tutulmaya çalışılarak bazı Doğu Ege Adaları'nın silahlandırılmaya başlandı. Türkiye de ilk defa 1960'ların ortalarında durumu fark edip ilk resmi itirazını yaptı. 1970'lerle birlikte Yunanistan, bu durumu gizlemeye gerek duymadan, bu adaları silahlandırdığını açıkça beyan etmeye başladı. Açık ve net hukuki düzenlemelere rağmen günümüzde bu tutum hukuki bir durummuş gibi gösterilmeye ve uluslararası kamuoyuna kabul ettirilmeye çalışmaktadır.
Türkiye'nin güvenliği için oluşturduğu Ege Ordusu'nu (4. Ordu), Ege Adaları ile neredeyse hiçbir alakası bulunmayan Kıbrıs sorununu ve adaya gerçekleştirilen Barış Harekatı'nı, yine adalarla doğrudan alakası olmayan Türkiye'nin karasularının genişletilmesini savaş sebebi sayacağına dair 8 Haziran 1995 tarihli TBMM kararını gerekçe göstererek, bütün bunların meşru müdafaa hakkının ve adaların silahlandırılmasının gerekçeleri olduğunu iddia etmek aslında hukuku kabul edilemez şekilde bükmek anlamına gelir.
Uluslararası hukukta meşru müdafaa hakkı, muhtemel gelişmelerden ziyade mevcut bir saldırıya bağlı bir hak olarak tanımlanmıştır. Yukarıda sayılan hususlar ise silahsızlandırılmayı öngören uluslararası antlaşmaların sona erdirebilmesine yol açacak hukuki hususlar değildir. Yunanistan'ın, 1947 Antlaşması'na Türkiye'nin taraf olmadığı ve bu antlaşma hükümlerini ileri süremeyeceğine dair iddia da hukuken dayanaksızdır. Zira hukuken önemli olan husus Yunanistan'ın bu antlaşmaya taraf olması ve hukuki yükümlülük altına girmiş olmasıdır.
Yunanistan 1993'te Uluslararası Adalet Divanı'nın zorunlu yargı yetkisini tanıdığı halde "ulusal güvenlik çıkarları"na dair alınan tedbirleri hariç tutarak, adaların silahlandırılması sorununun mahkemeye gitmesinin önünü kapatmış olması da Yunanistan'ın açık hukuki düzenlemelere aykırı bir şekilde adaları silahlandırdığı gerçeğini gösteren kanıtlardan biridir.