Katar'ın, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri'nin (BAE) başını çektiği bir grup ülke tarafından tecrit edilerek köşeye sıkıştırılması siyaseti Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinin istikrarı açısından önemli sonuçlar üretmeye gebedir. Bu krizin belki de en önemli amacı Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da ılımlı siyasi seçenek imkanının tamamen ortadan kaldırılması ve "Arap Baharı" gibi bir değişim sürecinin bir daha yaşanmasının önünün alınmasıdır. Böylesi bir dalganın fikri ve maddi alt yapısının temelli bir şekilde ortadan kaldırılması hedeflenmektedir. Bu nedenle bu operasyonun Katar ile sınırlı kalmayıp başka ülke ve alanlara da yayılacağını ön görebiliriz. Terör tehdidi ve İran tehdidi ise böylesi bir kapsamlı mücadele konusunda işlevselleştirilecektir. Tek tipleştirilmiş, siyasi iddiaları ve beklentileri olmayan renksiz ve kokusuz bir İslam anlayışı bölgenin tamamına dayatılmaya çalışılmak istenmektedir. Suud tarafından benimsenen Vehhabi/Selefi yaklaşımın dışında kalan İslamcı önderler, alimler ve sivil toplum kuruluşlarının topyekun terörist listesine konularak kriminalize edilmesi bu projenin amaçlarındandır.
Katar her ne kadar İran ile iyi ilişkiler sürdürmek ve bazı terörist gruplara destek olmakla suçlansa da Doha'nın tecrit edilmesinin öncelikli sebebi El Cezire kanalı üzerinden değişim dalgasını desteklemesi ve İhvan ve HAMAS gibi bazı örgütlere alt yapı ve maddi destek vermesi olmuştur. Katar'ın müstakil duruşunun Körfez İşbirliği Konseyi ülkelerinin İran ile mücadele konusundaki konumlarını zayıflattığı da iddia edilmiştir. Bu hamle ile aynı zamanda İran ile ilişkilerini dengeli bir şekilde sürdürmeye çalışan Umman ve Kuveyt'e de dolaylı bir mesaj verilmiş oldu.
Bu kriz ile dolaylı olarak mesaj verilmek istenen ülkelerin başında Türkiye gelmektedir. "Arap Baharı" ve bölgedeki demokratikleşme ve bütünleşme süreçlerine fikri olarak destek veren ve ilham kaynağı olan Türkiye de bu koalisyonun hedefindedir. Bölgede engellenmeye çalışılan değişim rüzgarına Türkiye fikri açıdan, Katar ise maddi ve altyapı açılarından katkı sağlamıştır. Türkiye üzerinde yapılan operasyon çok daha önce yani 2013 yılının ortalarında başlamıştır ve en son 15 Temmuz FETÖ'cü darbe girişimine kadar yoğun bir şekilde devam etmiştir. Türkiye 2013'ten bugüne yaşamış olduğu krizler ve tecrit çabaları içinde Katar'ın desteğini hep yanında hissetmiştir. Türkiye'nin, bölgedeki en önemli ortağı Katar'ın böylesi bir tecride maruz kalması karşısında takınacağı tavır ise yakından takip edilecektir.
BAE, Katar'a karşı abluka koalisyonunun başını çekerken, Türkiye aleyhinde Batı'da çıkan tezvirat ve karalama kampanyalarının finansörlerinden biri olarak karşımıza çıkmakta. Asıl üzücü olan ise kısa zaman öncesine değin bölgede müstakil ve dengeli bir siyaset geliştirmeye çalışan ve Türkiye ile yapıcı ilişkiler geliştirmeye özel önem veren Suudi Arabistan'ın, BAE'nin başını çektiği bu kampa katılmış olmasıdır. Elbette bu kararda da veliaht vekili prensi Muhammed bin Selman'ın önemli bir rolü bulunmakta. Bu tecrit girişiminin planlanmasında Abu Dabi veliaht prensi Muhammet bin Zayed ve Suudi Prens Muhammed bin Selman'ın önemli rolünün olduğu iddia edilmekte. Hatta Muhammet bin Zayed ve Muhammed bin Selman'ın bu planı Trump yönetiminden bazı yetkililerle paylaştığına dair iddialar da söz konusu. Tecrit girişiminin Trump'ın Suudi Arabistan ziyaretinden sonra başlatılması bu iddiaları güçlendirir niteliktedir. Türkiye bu krizde ne yapmalı?
Bu kriz başlar başlamaz Türkiye'nin ne yapması gerektiği tartışıldı. Türkiye'nin Katar ve tecrit koalisyonu arasında arabulucu olması, bu krize taraf olmaması gibi seçenekler gündeme geldi. Bu krizle ulaşılmaya çalışılan sonuçlardan birisi de Türkiye'yi köşeye sıkıştırarak Sisi'li Mısır'ın takınmak zorunda kaldığı tavrın benzerine zorlamaktı. Kriz doğası gereği Türkiye ile de ilgili olduğu için Ankara'nın bu krizde arabuluculuk yapması mümkün değildir. Türkiye'nin net bir tavır takınması ve bu dalganın karşısında durması doğru olacaktır, nitekim Katar'daki Türk üssüne asker yollama tezkeresinin Meclis tarafından onaylanması isabetli bir adım olmuştur. Türkiye'nin yapması gereken Suud Kralı Selman ile irtibatı koparmayarak makul bir çerçevede kalmasını sağlamaktır. Öte yandan son beş yıl içerisinde Türkiye aleyhindeki kampanyaların hemen hepsinde vekilleri aracılığı ile ön sıralarda yer alan BAE'yi dizginlemeye yönelik zorlayıcı tedbirleri gündeme alması söz konusu olabilir.
Türkiye'nin, Katar krizinde ihtiyatlı bir tavır takınarak tecridin parçası olan ülkeler arasında ayrım yapması doğru bir tavır olacaktır. Suudi Arabistan ile diyalog ve iş birliğinin sürdürülmesi iki ülkenin uzun vadeli çıkarları açısından da önemlidir. Ankara ve Riyad'ın ilişkilerinin gerilmesinin, Suudi Arabistan'ın İran'ı dengeleme siyasetini olumsuz etkileyeceğini ve böylesi bir hamlenin Suudi Arabistan'ın güvenliğini riske atacağını vurgulamak gerekmekte. Türkiye'nin bölgedeki en önemli müttefiki Katar'ın tecridini engelleme çalışması ve Doha ile dayanışma sergilemesi Ankara'nın daha sonraki muhtemel ortaklarını ikna açısından önemlidir. Ankara eğer Doha'ya bu konuda destek olmazsa daha sonraki dönemde başka ülkeler Türkiye'ye güven duymaz. Katar'a destek olan Türkiye, Suudi Arabistan ve başla ülkeler nezdinde de daha güvenilir bir aktör olarak algılanacaktır. Türkiye net duruş sergilemeli ancak bu duruşu dengeli ve ılımlı bir üslupla ifade etmeyi sürdürmelidir.