Suriye krizi, başladığı ilk günlerde, Amerikan yönetimi, özellikle de Dışişleri Bakanı Hillary Clinton oldukça aktif bir şekilde soruna müdahil olma eğilimi gösteriyordu.
Bu aktif durum Clinton'ın Suriye dostları toplantılarına katılımıyla sınırlı kaldı. 2012'de Amerika seçim atmosferine girince, Suriye bir yılı aşkın süre Obama'nın gündemine bile gelmedi. Suriye'de Baas yönetiminin en yoğun katliamları bu dönemde yaşandı. Ülke nüfusunun üçte biri evlerinden oldular. Milyonlarca insan mülteci durumuna düştü. 21 Ağustos'ta Esed'in kimyasal silah kullanmasıyla, Suriye yeniden ABD'nin ve dünyanın gündemine girebildi.
Başından beri Brzezinski'nin deyimiyle Suriye meselesinde 'geniş bir perspektife' sahip olmayan Obama yönetiminin ne kadar hazırlıksız olduğu da ortaya çıktı. Önce Suriye meselesi sıradan bir iç siyaset malzemesine dönüştü ardından da sorun Suriye olmaktan hızla uzaklaştı. Suriye sorunundan çok Rusya, Ortadoğu'daki krizden çok BMGK, Esed yönetiminden çok Amerikan yönetimi, Baas katliamlarından çok kimyasal silahsızlandırma tartışılmaya başlandı. Suriye krizinde en başından beri ihtiyaç duyulan şey, süreci daha kanlı hale getirecek askeri müdahale değildi. Aksine Amerika'dan, BMGK'dan ve dünyadaki diğer etkili ülkelerden beklenen siyasi müdahale yapılması veya önünün açılmasıydı. 2011 içerisinde yol haritası belli ve ciddi bir siyasi müdahale yapılsaydı süreç zaten bu kadar kanlı olmazdı. Başka bir deyişle Ortadoğu'daki değişimle yüzleşecek bir siyaset geliştiremeyen bütün aktörler, siyasi müdahaleden uzak durdular. Asıl soru burada sorulmalı: uzak durarak veya siyasi vizyon geliştirmeyerek, Ortadoğu'daki değişim engellenebilir mi?
Siyasi müdahaleden murat nedir?
Suriye krizinin bu kadar kanlı hale gelmesinde Esed rejimi ve ona açık çek veren Rusya ve İran ana aktör oldular. Bir taraftan küresel dengesizliğin üzerine yaslandığı BMGK düzeni, diğer yanda bölgede yaşanan sistemik değişimin oluşturduğu endişe Suriye'ye siyasi müdahaleyi engelledi. Bu yönüyle sadece Türkiye, Suriye'ye belli planlar ve müzakereler çerçevesinde 'siyasi müdahale' çabası içerisine girdi. Türkiye'nin diğer bir tercihi ise 'çabalarım sonuç vermiyor, Baas rejimi hiç bir başlıkta en ufak bir adım bile atmaya yanaşmıyor, bu durumda soruna Türkiye'nin bulaşmasına gerek yok' tavrı olabilirdi. Bunu yapabilmesinin ilk şartı da Suriye'den gelen mülteci akınına sınırlarını tamamen kapatması ve bin kilometreye yakın sınırında Ruanda manzaralarını yönetecek siyasi, sosyal ve psikolojik bir tavır geliştirmesiydi. İlk mülteci Suriye'den sınırı geçtiğinde, Türkiye'nin Suriye sorunu doğal olarak başladı. Suriye krizinde Türkiye'nin oynadığı rolü, dış politika yapımını ve tercihlerini yukarıdaki dibaceyi unutarak yapılan analizlerin bizlere söylediği fazlaca bir şey yok.
Suriye analizlerinin büyük bir kısmının ciddiyetsizlik üzerine oturduğunu söylemek gerekiyor. Felaket tellallığı ile Wikipedia bilgi düzeyi eksenine yerleşen analizlerde en son bulacağınız şey Suriye. Türkiye'nin aşina olduğu bir dille söyleyecek olursak, büyük ölçüde, Kürt meselesi çözülmesin diye geliştirilen ulusalcı korkutma dilinin bir benzeri Suriye için geçerli. Sorunun dinamiklerini, fiili durumu, siyasi kronolojiyi ısrarla ıskalayan, ne yapılması gerektiğine dair bir tek ciddi cümle kurmayan; yetmiyormuş gibi tüm küresel ve bölgesel statüko krizinin oluşturduğu çıkmazları müstehzi bir dille Türkiye'ye yıkan bir düzey var karşımızda.
Bu eleştirilerin sorunlu tabiatı Türkiye'nin Suriye politikası ve adımlarının hatadan münezzeh olduğu sonucu ortaya çıkarmaz. Aksine Türkiye, Suriye krizi vesilesiyle kapasite sorunları ve bölgedeki aktörlerin statükoya daha ne kadar ve ne ölçüde sahip çıkacağını bedel ödeyerek görüyor. Türkiye'nin sıkıştığı alanlar ve krizin uzaması sadece maliyet çıkarmıyor beraberinde politika yapım araçlarını çeşitlendirmesini de zorluyor. Bütün bunlara rağmen Suriye krizinde bugüne kadar Suriye'nin içinde olduğu siyasi çıkış yollarını zorlayan ülke Türkiye oldu.
Küresel aktörler ve kurumlarda ise durum çok daha derin bir krize doğru ilerliyor.
Amerikan yönetimi Suriye krizini ciddi bir şekilde ne Rusya ile masaya yatırdı ne de İran'la dolaylı bir şekilde konuşulmasının önünü açtı. Rusya başından beri Suriyelilerin kanı üzerinden küresel siyasi boşluğu istismar ederek önemli bir güç olduğunu ispatlamaya çalıştı. Esed yönetimi katliamlarına devam ettikçe Rusya'nın Suriye krizi üzerinden eli güçlendi. Rusya, 100 bin kişinin öldüğü kanlı bir ülkeye kimsenin bulaşmak istemeyeceğini çok iyi biliyordu. Adeta II.
Çeçenistan stratejisi Suriye'de hayata geçirildi.
Benzer şekilde İran da hiç bir şekilde rahatsız edilmeden Suriye'de krizi istediği gibi derinleştirme imkânı buldu. Irak Maliki yönetimine bile ciddiye alınacak bir baskı yapılmayarak, İran'ın yıkıcı rolünün önü açıldı. İran'la vekalet savaşını Suriyelilerin kanı üzerinden sürdürmek isteyen Körfez de sürece dâhil olmakta gecikmedi.
21 Ağustos sonrası ortaya çıkan manzara, Suriye'ye bırakın askeri müdahaleyi siyasi müdahalenin bile imkânsız hale gelmesinin önünü açıyor. Amerika artık Suriye'ye askeri bir harekat yapsa bile Esed rejimi bunu kendisine bir tehdit olarak görmeyecektir.
Son tahlilde askeri harekatın hedefi Esed'in yüz binin üstünde insanı öldürdüğü rejim yapısı değil bir kaç bin insanı öldürdüğü kimyasal silahlar için olacak. Esed rejimi, son küresel tartışma bu haliyle kalırsa bırakın zayıflamayı katliamlarını artırmak için güçlü bir işaret aldığını bile düşünebilir. Dolayısıyla zamanında siyasi müdahale çabalarının altını boşaltan 'küresel siyasi müdahale', kendi başlattığı 'askeri müdahale' tartışmalarını da yönetemedi. O halde soru şu: bir Suriye krizimiz mi var yoksa küresel siyasi bunalım mı?