Arap isyanlarının bölgemizi kırıp geçirdiği son iki yıl, Türkiye açısından da yapısal kırılmaların yaşanmasına yol açtı. Bunların başında, siyasal, sosyal, ekonomik ve psikolojik sınırlarını Cumhuriyet ideolojisinin çizdiği ve muhtemelen 28 Şubat'la birlikte geri dönülmeyecek şekilde tekamüle erdiği düşünülen batılılaşma ve ulus devlet macerasının her açıdan sorgulanması oldu. Aslında Irak işgaliyle beraber başlayan bu sorgulama "Arap Baharı" ile birlikte derinleşerek devam etti. Bugünlerde "Ortadoğu bataklığına girmeyelim" korosunun önde gelen isimleri, o tarihlerde Türkiye'nin Amerikan işgaline ortak olması için çırpınıyorlardı. Aynı koro, bugün, yan yana gelmeleri imkansız olarak addedilen farklı kesimlerden isimlerlerin de takviyesiyle siyasal bir analizden ziyade Kemalist bir dışavurum olan "bataklık" ya da eskatolojik söylemlere sarılmış durumdalar.
Irak işgali ile ortaya çıkan kaygan bölgesel dinamikler, bir anda ulus devlet siyasal rasyonalitesini şaşkına çevirmişti. Önce sınırımızın hemen ötesinde vatandaşlarımızın milyonlarca akrabası olduğu keşfedilmiş, ardından bu akrabalarımızın bir kısmının farklı mezheplerden, farklı etnisitelerden olduğu ortaya çıkmıştı. 'Misak-ı milli'nin siyasal dünyası "Irak'a komşu ülkeler konferansları" marifetiyle de facto anlamsızlaşmış, onyıllar sonra, Türkiye devlet düzeyinde Ortadoğu'da devlet ve devlet dışı bütün aktörlerle muhatap olmaya başlamıştı. Bu durum Türk bürokrasisi açısından uzunca bir aradan sonra sarsıcı bir hafıza tazelemesine dönüşmüştü. Bütün acemiliklerine rağmen, bürokrasi fena sayılmayacak bir hızla, bu yeni durumla muhatap olmaya gayret etmişti. Bu süreç yaklaşık 6-7 yıllık bir öğrenme ve tanışma dönemini de beraber getirmişti. "Komşularla sıfır sorun" politikası mezkur sürecin Türk müesses nizamı ve elitleri için yumuşak bir geçiş imkanı sağlamıştı. Kemalist siyasal aklın önyargıları ve 20.yy erken dönem kaba ulus devlet reflekslerinin de sindirebileceği şekilde yönetilmeye çalışılan süreç; Hamas'ın Türkiye ziyaretiyle ilk panik atak tepkisini vermişti.
Ortaya çıkan yeni duruma adapte olmakta zorlanan 20.yy Türk medyası ve entelijansiyası, Hamas'ın Türkiye'yi ziyaret etmesi karşısında adeta darmadağın olmuştu. Ortadoğu'ya dair Türkiye'nin işbirliği içinde olabileceği, kendi deyimleriyle Türkiye'den sonra bölgenin "tek demokrasisi" olarak zihinlerinde kodladıkları İsrail'in işgaline direnen ve "Arap Baharından" çok önce demokratik sürece dahil olma kararı alan Hamas'ın; Türkiye tarafından muhatap alınması sadece kabul edemeyecekleri bir adım değil, aynı zamanda anlayabilecekleri bir durum da değildi. Diğer bir travmayı ise Davos'ta yaşadılar. Türk sosyal muhayyilesi için müthiş bir psiko- politik katalizör görevi ifa eden Davos, Türk elitleri için Türkiye'nin "başını belaya sokan" bir gelişmeden başka bir şey değildi. Bu gelişmeye Hamas ziyareti sonrası küresel İsrail lobisinin önderliğinde başlatılan "eksen kayması" tartışmalarını derinleştirerek cevap verdiler. İsrail'in Mavi Marmara yardım gemisine saldırarak katliam yapması sonrasında ise halkın ezici çoğunluğunun aynı kanaat etrafında kenetlenmesiyle derin bir sessizlik dönemine girdiler.
Arap isyanları Tunus, Mısır ve Libya'da iktidarları al aşağı ederken, Erdoğan'ın bu ülkelerde neredeyse seçim kazanacak bir lidere; Türkiye'nin ise örnek alınan bir ülkeye dönmesiyle "eksen kayması" tartışmaları da tedavülden kalkmış oldu. Arap isyanları Suriye'deki Baas rejiminin kapısına gelince, geçtiğimiz onyıl boyunca Suriye yönetimi ile sorunlarını devlet düzeyinde sıfırlamaya çalışan dış politikayı "eksen kaymasıyla" suçlayanlar, bu sefer de Türkiye'nin yaşanan katliamlar karşısında, "Suriye bir bataklığa dönüştü, uzak duralım" yaklaşımını benimsemesini tavsiye eder oldular. Bu tavsiyelerinin ciddiye alınması durumunda ise siyasi, sosyal, ekonomik ve ahlaki olarak nasıl "uzak durulabileceğine" dair bir tek ciddi cümle kurma zahmetinde de bulunmamaktadırlar. Çünkü Ortadoğu'yu bir bataklık olarak tarif etmek bizlere apolitik bir dünyanın içerisine girmeyi tavsiye etmektedir.
Ortadoğu ve yerli oryantalizm
Batılı Ortadoğu algısı ve bakış açısının son yüzyılda çerçevelediği "doğu" muhayyilesinin inşa ettiği bir tarifle karşı karşıyayız. Bu tarifin oluşturduğu en geniş algı, Ortadoğu'nun bir "bataklık" olduğudur. Bu yargı ile başlayan analizlerin en kaba anlamıyla Ortadoğu'ya dair tahayyülü "biz bulaşmayalım" şeklindeki müthiş strateji ile bitmektedir. Mezkur "bataklık" kodlaması, "girmeyelim" yaklaşımı ile baştan Türkiye'nin "edilgen" bir rol üslenmesini vaaz etmektedir. İşin trajik yanı, bu tavsiyeyi en fazla dillendirenlerin, kerameti kendinden menkul bir "batı karşıtlığı" söylemi içerisinde olduklarını zannetmeleridir. Bu zan trajiktir, zira Türkiye'yi bir "taşeron" olarak kullandıklarını düşündükleri batılı odaklar da "Türkiye girmesin" kampının fiili aktörleridir. Başka bir deyişle, Türkiye'nin Ortadoğu'da bulunmamasını arzu eden batılı siyasi pozisyonun Türk versiyonunu, "anti-batı söylemini" dillerinden düşürmeyenler seslendirmekteler.
Bir diğer sorun ise "Ortadoğu bataklığından" uzak durmanın bir tercih ve imkan olduğunun zannedilmesidir. Bu başlı başına ancak cehalet ile telif edilecek bir durumdur. Türkiye'den Ortadoğu'ya doğru neredeyse kesintiye uğramadan siyasi, sosyal ve iktisadi yolculuk yapmak mümkünken, Ortadoğu'ya "bulaşmadan" bölgemizde var olabileceğimizi iddia etmek mümkün değildir. Bütün bu analizlerin diğer bir özelliği ise, bölgeye yabancılaşmış Türk entellektüel ve siyasal elitinin bilinçli bir cehalet tercihi ile Arap dünyasına koyduğu ilkel kategorik mesafenin inşa ettiği bilgisizliktir. "Bataklık" söylemi bölgeye dair cehaleti, apolitik bir tarifle kamufule etme girişimidir. Son olarak, bataklık söylemi oldukça pespaye bir oryantalizmin yerli versiyonundan başka bir siyasal düzeye takabül etmemektedir.
Avrupa'nın ve küresel kapitalizmin içerisine düştüğü ekonomik depresyonu, en fazla, "kriz" diye tanımlayanlar; benzer bir soğukkanlılığı iş Ortadoğu'ya gelince bir anda unutmaktadırlar. Bugün AB'nin her geçen gün içerisine biraz daha gömüldüğü ve Türkiye'yi doğrudan menfi olarak etkileyen siyasal ve ekonomik krizden nasıl "Avrupa bataklığı" çıkarmak apolitik ve ajandası olan sorunlu bir okuma ise; Türkiye'nin Ortadoğu ile kurduğu ilişkiyi de "bataklık" düzeyinde analiz etmek aynı stratejik sığlığa tekabül etmektedir. Bu sığlığın samimi olduğu tek nokta ise, hakikaten ne Ortadoğu ne Suriye ne de bölgeye dair bir dertlerinin olmamasıdır. üyük ölçüde, Suriye üzerinden dillendirdikleri söylem, AK Parti karşıtlığının getirip bıraktığı, "nihayet çuvalladılar" siyasal temennisi düzeyinden ibarettir. Tam da bundan dolayı, dün '411 el ile Türkiye'yi 'kaosa' sokanların bugün de Türkiye'yi Ortadoğu'da herkesten önce "bataklığa sokanlar" olduğunu; dün kendi halkına karşı "topyekün savaş" manşeti atanların bugün lafta kalmayıp kendi halkını onbinlerle bir kez daha katleden Baas zulmüne "kahve zeka düzeyi" ile "bize ne" diye haykıranlar olduğunu unutmamakta fayda var!