Birleşmiş Milletler Mavi Marmara raporu "çok gizli" ibareli haliyle resmen açıklanmadan önce basına sızdırılarak duyurulmuş oldu. Bu ilginç tavrın, BM'nin kendi yazdırdığı raporu sahiplenmekte zorluk yaşadığına mı yoksa İsrail propaganda araçlarına herkesten önce malzeme vermek amacı mı güttüğünü sorgulamak gerekiyor. Raporun sızdırılmasının ardından İsrail kamu diplomasisinin ön alarak tam saha baskıya başlaması niyetleri biraz daha açık hale getirmiş oldu. Palmer Raporu, beklendiği üzere, Türkiye'yi tatmin etmezken, İsrailli üye Ciechanover'in ek bölümde dile getirdiği üzere, bugüne kadar BM kararlarını ihlaliyle nam yapmış "İsrail'in beklentilerini büyük ölçüde karşılamış" oldu. Rapor ölümlere dair İsrail'den "tatmin eden bir izahat" gelmediğini tespit ederek, medyada da yaygın bir manşete dönüşen şu genel sonuca ulaşıyor: "İsrail baskını yasal ama aşırı". İsrail'in kanlı Mavi Marmara baskınından bağımsız olarak, ontolojik düzeyde kendisini konumlandırmak istediği yer tam da raporun tarif ettiği bu yerdir. İsrail bütün varoluşunu bu kısır döngüye mahkum etmiş durumdadır. Meşruluğunu aşırılığından, aşırılığını ise meşruluğundan alarak varolmaya çalışan şizofrenik bir anlam dünyasından bahsediyoruz. Meşruluk ve aşırılığın ana iki eksen olduğu siyasal teolojiden ise sadece güvenlik fetişizmi çıkmaktadır. Bu karmaşık siyasal dünyaya "İsrail'in mi gücü var yoksa bir gücün mü İsrail'i var?" sualini eklediğimiz zaman, mesele Mavi Marmara veya mezkur raporu aşan bir duruma dönüşmektedir. İsrail yasal olarak kurulduğu günden bu yana varoluşsal sorunlar yaşayan bir devlet. Gerek komşuları gerekse de dünyanın bir çok ülkesi tarafından hala tanınmayan İsrail, bu travmatik durumu değiştirmek yerine siyasal motivasyon kaynağına dönüştürmüş durumda. 1979'dan bu yana Camp David düzeninin açtığı alanda, her türlü aşırılığına yasal güvence bulan İsrail, mezkur düzenin değişmezliğine fazlasıyla inanmış durumda. Oysa milenyum sonrası bölgemizde ve küresel düzeyde yaşanan gelişmeler, İsrail ve teker teker sahneyi terk etmek zorunda kalan Arap diktatörler dışında kalan ciddi aktörlerin "yeni küresel düzen" ve "yeni Ortadoğu" tartışmaları yapmaya zorlamış durumdadır. Özellikle son bir yıldır, yaşananlar çoktan tartışma düzeyini aşıp, Camp David düzeni başta olmak üzere, yeni bir bölgesel düzene doğru adım adım ilerlediğimiz ortaya çıktı. ABD'nin Irak işgaliyle beraber, "hegemonyadan yeni güçler dengesine geçişin"; Davos sonrası ise "Camp David düzeninden yeni Ortadoğu'ya geçiş" sürecinin başladığını görmekteyiz. Son yedi yılda, ABD ile beraber bölgemizdeki üç savaşın ikisine sebep olan İsrail açısından, bölgesel düzende yaşanan kırılmayı anlamak bir yana statüko kampında duracağının ilk işaretini, Camp David düzeninin önemli bir ayağı olan Mısır'daki iktidar değişimi sırasında verdi. İsrail'in bu tavrının devrik Mübarek, Suud yönetimi, Ürdün ve Suriye açısından zımmen arzulanan bir anlamı olabilir. Ama akıllardan çıkarılmaması gereken önemli bir durum, Türkiye'nin, fiili olarak otuz yıl önce inşa edilen ve de facto tüm bölgeye dayatılan Camp David düzeninin aktif bir kurucu unsuru olmadığıdır. Türkiye-İsrail ilişkilerinin "eski Türkiye" ve "Soğuk Savaş döneminin" ürünü olan yapısı 28 Şubat döneminde zirve yaparak büyük bir yanılsamaya sebep oldu. İsrail'in, belli bir dönem, eski Türkiye'nin kendisi üzerinden bölgeyle ve Atlantik ötesiyle ilişki kurmasını yapısal hatta stratejik bir tercih olduğu vehmine kapılarak yaptığı analizlerin tamamı yakın dönemde anlamsız okumalara dönüşmüştür. Bu yapısal kırılmayı kabullenmekte zorlanan İsrail, eski Türkiye alışkanlıklarıyla yeni Türkiye'ye konuşmaya devam ettiği sürece de Türkiye'nin bölgesinde inşa etmeye çalıştığı vizyonu da anlamakta zorlanmaya devam edecektir. İsrail, ortaya çıkan raporun Mavi Marmara'da yaşanan katliam veya Türkiye ile ilişkilerine vurduğu derin darbe açısından ele almakta zorlanmaktadır. Raporun bütün hazırlık sürecinde uyguladığı manipülatif baskının özünü bambaşka bir strateji oluşturmaktaydı. Bir Camp David düzeni alışkanlığı olarak, her aşırı tavrının bir başka yasal kazanıma dönüştürme stratejisi bu meselede de işledi. İsrail, raporda iki sonucun ortaya çıkması için inanılmaz bir baskı uyguladı. Gazze ambargosunun ve mücavir karasuları bölgesinde müdahalelerin meşru olduğunun raporda kabul edilmesi İsrail için ana hedefti. İsrail BM raporu sayesinde bu hedeflerine ulaştığını düşünüyor. Başka bir ifade ile İsrail Mavi Marmara ile ortaya koyduğu "yeni aşırılık tarzının" bir başka "yasal şemsiye" altına girdiğini düşünüyor. BM raporu sayesinde, Gazze ambargosunun ve Doğu Akdeniz güvenliğinde tek taraflı müdahalelerinin bundan sonra da yasal bir zemine kavuşmasını hesaplıyor. İsrail açısından, bu yaklaşım, Camp David dünyasında oldukça rasyonel ve hedeflerine uygun görülebilir. Öyle ki Camp David düzeninde İsrail suçlarının faturası vekaleten görevlerini sürdüren bölgesel aktörler ve ABD tarafından halklar maliyetine telafi edilebiliyordu. Yeni bölgesel düzene doğru geçiş sürecinin ilk aşamalarında olduğumuz şu günlerde, bu eski denklemin yürürlükte kalmasının mümkün olmadığını görüyoruz. Zira, ne İsrail adına bölgesel faturayı ödeyen aktörler iktidarlarını koruyabiliyorlar, ne de bu aktörlerin ayakta kalmasını sağlayan ABD artık eski bölgesel düzeni yaşatmaya çalışmanın maliyetine katlanmak istiyor. İsrail, coğrafi olarak Ortadoğu'da ruhen Batılı başkentlerde; fiziken yeni bölgesel düzen içerisinde zihnen Camp David düzeni içerisinde yaşamaya devam ettiği sürece devlet ile bir proje olma makasından çıkamayacaktır. Bu makas devam ettiği sürece endişelenmesi gereken Türkiye değil aksine çoktan bölgesel statüko kampına yazılmış olan İsrail'den başkası değildir.