İsrail'in Gazze'ye yönelik saldırısının 15. günü geride kalırken, bu çatışmayla bağlantılı insani kriz de derinleşmeye devam ediyor. ABD'nin ve Batılı ülkelerin önemli bir kısmının İsrail'in saldırgan askeri kampanyasına verdiği sarsılmaz destek, İsrail'in eylemlerinin kontrolsüz kalmasına izin veren istisnai bir durum yaratıyor. ABD'nin de kararlı desteğiyle toplu cezalandırmanın bir savaş stratejisi olarak İsrail tarafından benimsenmesi, bölgeyi istikrarsızlaştırma ve küresel güvenliği daha önce görülmemiş bir ölçekte tehlikeye atma tehdidinde bulunmaktadır.
Ortadoğu'daki siyasi ortam giderek değişiyor, ancak bölgedeki birçok ülke devam eden saldırıyı durdurmak için sonuç üretici adımlar atmaktan çekiniyor. Birçok ülke retorik düzeyinde takılıp kalmış, sözlü ifadelerden somut eylemlere geçiş yapmakta zorlanıyor. Buna karşın Türkiye, İsrail'in Gazze'deki saldırganlığına karşı dengeli bir yaklaşım benimsiyor. Türkiye, çatışmaları durdurma ve krizin daha da tırmanmasını önleme çabalarında en proaktif ülkelerden biri olarak ortaya çıkıyor. Gerçekçiliği esas alan Türkiye, çatışmayı ele almak için güçlü bölgesel diyaloğa ve insani yaklaşıma öncelik veren bir strateji izliyor.
Bu kapsamda 7 Ekim'de ortaya çıkan krize Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan hızlı bir şekilde tepki gösterdi. Tüm taraflara itidal çağrısında bulunarak aceleci ve fevri hareketlerden kaçınmalarını istedi. Ardından İsrail'in Gazze'ye yönelik askeri saldırılarını açıkça eleştirdi ve kalıcı bir çözüm için bir vizyon ortaya koydu. Erdoğan çözüme giden yolun 1967 sınırlarına bağlı, başkenti Doğu Kudüs olan ve toprak bütünlüğünü koruyan bir Filistin devletinin kurulmasına bağlı olduğunu vurguladı.
Krizi çözmek için yoğun çaba sarf eden Erdoğan, mesaisinin önemli bir bölümünü diğer dünya liderleriyle temas kurmaya ayırdı. Bu amaçla yoğun bir telefon diplomasisi yürüttü ve şu ana kadar 18 devlet başkanıyla görüştü. Her görüşmede insani ateşkes ilan edilmesinin, insani koridor oluşturulmasının ve İsrail'in yerleşik uluslararası yasa ve normlara uygun hareket etmesinin büyük önem taşıdığının altını çizdi.
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan da devam eden diplomatik çabalarda önemli bir rol oynuyor. Fidan'ın öncelikli hedefi bölgesel diplomasiyi etkin bir şekilde kullanarak İsrail'in askeri harekâtının durdurulmasını hızlandırmak. Bu bağlamda Türkiye, İsrail'in saldırgan eylemlerini engellemek ve gerçek bir ateşkes tesis ederek pragmatik bir çözüm aramak için önemli çabalar sarf ediyor. Bu kapsamlı diplomatik yaklaşım Mısır, Lübnan, Suudi Arabistan, Ürdün, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Pakistan ve İran ile temas kurmayı içeriyor. Bu noktada Türkiye'nin saldırıyı engellemek için en somut adımı İslam İşbirliği Teşkilatı üzerinden geldi. Zirvenin sonuç bildirgesi Türkiye'nin tavrı sayesinde daha somut bir biçim kazandı. Diğer ülkelere kalsaydı daha zayıf bir sonuç bildirgesi yayınlanmış olacaktı.
Fidan'ın bu diplomatik görüşmeler sırasındaki söylemi, Filistin meselesine ilişkin gerçekçiliği ve açıklığı ile dikkat çekiyor. Fidan, İsrail'in kapsamlı güvenliğinin uzun süredir devam eden Filistin davası ele alınmadan sağlanamayacağının altını çiziyor ve İsrail'in süregelen işgaline dikkat çekiyor. Bu gerçekler ışığında Fidan, bölgenin acil ihtiyacının 1967 sınırlarına geri dönerek toprak bütünlüğünü sağlayacak ve Doğu Kudüs'ü başkent olarak belirleyecek bir Filistin devletinin kurulması olduğunu vurguluyor. Bu yaklaşım, Türkiye'nin Filistin-İsrail ihtilafına ilişkin resmi tutumuyla örtüşmekte ve uluslararası hukukun kabul ettiği çerçeveyle de uyum sağlıyor.
Bir diğer nokta ise Türkiye'nin arabuluculuk çabaları diplomatik ortamdaki en ciddi adım olması. Öncelikli hedef, halen Hamas tarafından esir tutulan İsrail ve yabancı ülke vatandaşlarının serbest bırakılmasını sağlayarak müzakereler için sağlam bir temel oluşturmak. Türkiye'nin Hamas'la olan iletişim kanalları ve geçmiş deneyimleri, Türkiye'yi bu konuda kolaylaştırıcı olarak konumlandırıyor. Fidan'ın altını çizdiği bir diğer boyut ise Türkiye'nin garantörlük rolü üstlenmesi ihtimali. Türkiye'nin de dahil olacağı çok yönlü bir garantörlük mekanizmasına katılım, ateşkes sağlandıktan sonra ateşkesin sürdürülmesini sağlamada etkili olacak bir adım olabilir. Garantörlüğün kapsamı henüz belli olmasa da sorunun çözümünde etkili olabilir ve İsrail'in Gazze'nin kuzeyini işgal etmesini engelleyebilir.
Dikkate alınması gereken bir diğer kritik husus ise bu krizin bölgesel normalleşme üzerindeki potansiyel yansımaları ve yeni bir bölgesel güvenlik krizinin ortaya çıkarma olasılığıdır. ABD'nin İsrail'e verdiği açık siyasi ve askeri destek ve askeri güçlerini bölge ülkelerine karşı caydırıcı bir unsur olarak bölgede konuşlandırması, çatışmanın Gazze'yi aşarak diğer aktörleri de içine alması riskini artırıyor. Aslında bu durum tam da İsrail'in istediği bir hedef. Zira İsrail çatışmayı Hizbullah ekseni de taşıyarak ABD'yi müdahale etmeye zorlamak. Böylesi bir senaryo yeni bir bölgesel güvenlik krizine yol açabilir ve ABD'yi de krizin askeri olarak bir parçası haline getirilebilir. Sonuç olarak, ateşkes ve İsrail saldırılarının durdurulması Türkiye tarafından daha geniş ölçekte bölgesel güvenlik ortamının istikrarsızlaşmasını önlemek için hayati önlemler olarak görülüyor.
Son nokta ise İsrail'in Gazze'deki eylemlerinin Türkiye ile İsrail arasında savaş başlamadan önce ivme kazanmış olan normalleşme sürecine etkisiyle ilgili. Cumhurbaşkanı Erdoğan bu konuda dengeli bir duruş sergiliyor ve Türkiye'nin öncelikli hedefi krizin çözülmesi olarak belirlemiş durumda. Ancak kriz derinleştikçe ve İsrail'in saldırgan eylemleri arttıkça normalleşme ihtimali bir kez daha rafa kalkabilir. Bu nedenle, Türkiye ile İsrail arasındaki normalleşme süreci şu anda zorlu bir sınavdan geçiyor ve 7 Ekim'den sonra gelişen bölgesel iklime bağlı. Türkiye-İsrail ilişkilerinin geleceğine dair herhangi bir tartışmanın bölgede gelişen dinamiklerden ayrı tutulamayacağı açıktır.
Türkiye-İsrail Normalleşmesi
Türkiye-İsrail normalleşmesi bağlamında dikkate alınması gereken birkaç hayati husus var: İlk olarak, Türkiye-İsrail normalleşmesine yönelik gelecekteki herhangi bir çabanın, özellikle 7 Ekim sonrasında yeni bir rota çizmesi gerekecektir. Bu tarihten önce normalleşme beklentileri oldukça yüksekti. Enerji ile ilgili çıkarlar ve diğer jeopolitik kaygılar gibi geleneksel olarak normalleşme sürecini yönlendiren faktörler artık bu süreci ilerletmek için tek başına yeterli değil. İkinci olarak, Türkiye-İsrail ilişkilerinin hiçbir zaman ABD ile İsrail arasındaki ittifak benzeri bağları yansıtmadığını kabul etmek gerekir. İki ülke arasında 1990'larda sık sık "altın çağ" olarak adlandırılan yakın ilişkiler döneminin yeniden canlanması pek olası görünmüyor.
Üçüncüsü ise hem Türkiye hem de İsrail için bir mihenk taşı olan pragmatik dış politika yaklaşımının kendine özgü sınırlamaları olması. Türkiye'nin "ahlaki pragmatizmi" ve İsrail'in reelpolitik odaklı pragmatizmi ile karakterize edilen pragmatik yaklaşım, iki ülkenin ilişkilerini en üst düzeyde sürdürmelerini sağlayan kritik bir unsur olarak hizmet ediyor. Ancak Türkiye'nin ahlaki pragmatizmini Filistin meselesi önemli ölçüde etkiliyor. Filistin sorunu tarihsel olarak iki ülke arasındaki bağların derinleşmesinin önünde büyük bir engel teşkil etmiştir ve halen de zorlu bir sorun olmaya devam etmektedir. Son olarak, Türk kamuoyunun Filistin davasını İsrail'in normalleşmesine tercih ettiği açıktır. Bu dinamikler büyük önem taşımaktadır ve özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından dikkate alınması gereken bir husustur.
Bu karmaşık dinamikler göz önüne alındığında, Türkiye şu anda krizin tırmanmasını azaltmak ve ateşkesi sağlamak için bölgede proaktif bir rol oynamaktadır. Krizin derinleşmesi, Türkiye ile İsrail arasında devam eden normalleşme sürecinin askıya alınmasına yol açabilir. Dahası, İsrail'in 7 Ekim sonrasındaki eylemleri ve bunların müteakip etkileri, Türkiye'nin daha geniş kapsamlı dış politika normalleşme girişimlerinde de potansiyel olarak yankı bulabilir. Bundan sonra izlenecek yol büyük ölçüde Batılı ülkelerin takınacağı tutuma ve İsrail'in hem uluslararası alanda yerleşik savaş kurallarını hem de çatışmanın doğasında var olan ilkeleri hiçe sayan saldırgan eylemlerine verecekleri tepkiye bağlı.