Takvim yaprakları 5 Mart 1946 tarihini gösterdiğinde dönemin İngiltere Başbakanı Winston Churchill, ABD Başkanı Harry S. Truman'ın davetiyle gittiği Westminster Koleji'nde şu tarihi cümleyi söylemişti: "Baltık'taki Stettin'den Adriyatik'teki Trieste'ye kadar Avrupa kıtası üzerine boydan boya demir bir perde inmektedir." Sovyetler Birliği'ni birincil tehdit addeden bu cümlenin üzerinden çok geçmeden taraflar "kolektif savunma" için harekete geçmişler ve 1949 yılında NATO'yu teşekkül etmişlerdi.
NATO için 1991 yılına kadar ana tehdit konumunda yer alan Sovyetler Birliği'nin dağılması ve Doğu Bloku'nun çökmesiyle Batılı ilkelerin hâkim olduğu tek kutuplu yeni bir dünyanın kurulacağı tahayyül edilmişti. Öyle ki, sadece eski Sovyet ülkelerinin Batı'yla uzlaştırılması hatta birleştirilmesi sürecine girilmemiş; NATO, Rusya'yı temel bir ortak olarak tanımlamaya ve konvansiyonel çatışma ihtimallerini ortadan kaldırmaya yönelmişti. Ne var ki NATO'nun bu idealist tavrı, Moskova kanadında birçok defa samimiyetsiz ve riyakarca nitelenmişti. Zira NATO bir yandan Rusya'yı "ortak" addederken, diğer taraftan eski Doğu Bloku'na doğru bir genişleme stratejisi izlemiş, dahası üyeliğe kabul etmeyeceği Rusya'ya yakın ülkelerle ise "komşuluk" politikasını devreye koymuştu. Bu minvalde NATO, hem eski Sovyet devletlerini hem Sovyet sonrası Rusya'nın "arka bahçesi"ni operatif ve stratejik bir hamleyle yanına çekmeye yönelmişti.
Dolayısıyla 2004 yılına damga vuran NATO ve AB tarihinin "en büyük genişleme dalgaları"', Kremlin tarafında stratejik düzey tehdit algısına sebep olurken; hemen akabinde gelen Renkli Devrimler, Putin Rusya'sını daha ofansif bir karaktere büründürmüştür. Keza NATO, Rusya'nın uzun yıllar direnç gösterdiği Füze Kalkanı Projesi'ni 2008'deki Bükreş Zirvesi'nin ana gündem maddesine dahil ederken; 2009 Eylül'ünde Başkan Obama, NATO Avrupası'nın korunması amacına matuf geliştirildiği kaydedilen ilgili projenin esasını teşkil eden dört aşamalı sistemin detaylandırıldığı Avrupa Aşamalı Uyum Yaklaşımı (EPAA)'nı imzalamıştır. Böylece NATO'nun vaat ettiği barışçıl Avrupa hayali bir yana, "dondurulmuş çatışmalar" yeniden alevlenmiştir.
Nitekim Soğuk Savaş'tan Soğuk Barış'a geçilen ve görece karşılıklı tehdidin azaldığı dönem; Rusya'nın 2008 Gürcistan, 2014 Kırım ve 2022 Ukrayna müdahaleleriyle sona ermiştir. Bu nedenledir ki Soğuk Savaş sonrası yayımlanan stratejik konseptlerde daha ziyade asimetrik tehditlerle mücadeleyi benimseyen NATO, 2022'deki Madrid Zirvesi'nde deklare ettiği yeni stratejik konseptle ana gündemine yeniden "konvansiyonel tehditlerle mücadeleyi" dahil etmiştir. Velhasıl, 2023'teki Vilnius ve 2024'teki Washington Zirveleri, yeni stratejilerin ilanı değil, Madrid'de alınan kararların icrasına dairdir.
Ne var ki 2022'de ilan edilen stratejik konsept sonrasında yeni NATO'nun teoride ve pratikte halen ne kadar inandırıcı olup olmadığına dair birçok soru işareti vardır. Birincisi, NATO'nun müttefikleri arasındaki uzlaşının süresi ve mahiyetidir. Örneğin 11 Eylül sonrasında ilan edilen terörizmle küresel savaş yaklaşımı, teoride değil ama pratikte kısa süre içerisinde ayrışmalara konu olmuştur. 2001'de Afganistan'a düzenlenen Kalıcı Özgürlük Harekâtı ilk başta NATO devletlerinin tüm desteğini alırken, kısa zaman sonra harekatın icrası, personel istihdamı ve finansman kaynağı itibarıyla müttefikler ayrışmaya başlamışlardır. 2003'teki Irak harekâtında ise teorik olarak dahi NATO müttefikleri arasında yeksan bir uzlaşıya varılamamış; bunun en bariz göstergelerinden birisi Türkiye'nin ABD ve NATO ilişkilerinde krize yol açan 1 Mart tezkeresinin reddi olmuştur. Keza NATO ülkeleri, risk ve tehdit önceliklerinde yaşadıkları ayrışmalar nedeniyle birçok defa birbirlerini suçlamışlardır. Malum Rusya'nın 2008'deki Gürcistan müdahalesi karşısında, NATO'nun yeterli tepkiyi gösterememiş̧ olmasının, Rusya'yı Kırım ve Ukrayna konusunda cesaretlendirmiş olabileceği varsayımı defalarca kez zikredilmiştir.
İkincisi, NATO ve AB arasındaki ayrışmadır. NATO'nun varlığına rağmen AB'nin Ortak Güvenlik ve Dış Politika çerçevesinde kendisine ait ayrı bir AB ordusu kurma niyet ve teşebbüsüne ilişkin tartışmalar hiçbir zaman tam anlamıyla sönümlenmemiştir. Tartışmaların işaret ettiği can alıcı nokta AB'nin özelde ABD, genelde NATO'nun sunduğu güvenlik şemsiyesine ne kadar güvenebileceğidir. Hatırlanacak olursa Rusya-Ukrayna Savaşı cereyan etmeden önce ABD'nin odağında DEAŞ ile mücadele ve Çin merkezli Asya-Pasifik yer alırken; Polonya ve Baltık ülkeleri, giderek artan Rus tehdidi karşısında ABD ve NATO'ya adeta yalvarırcasına tedbir almaya çağırmışlardır.
Örneğin 2016 Nisan'ında Bratislava'daki GLOBSEC konferansında konuşan Polonya Dışişleri Bakanı Witold Waszczykowski; "IŞİD ve diğer terörist grupların değil, Rusya'nın Avrupa için 'varoluşsal bir tehdit' oluşturduğunu" ileri sürmüştür. Konuşmasında Waszczykowski, terörizm ve büyük mülteci dalgalarının ciddi tehditler yönelttiğini; lâkin Rus faaliyetleriyle kıyaslandığında, bu tehditlerden hiç̧ birisinin ülkelerin yok edilmesine elverişli varoluşsal bir tehdit yaratmadığını savunmuştur. Rus tehdidi karşısında '3P'yi (presence, presence, presence), yani NATO'nun "varlığını, varlığını ve varlığını" görmeyi umduklarını zira "zayıflık göstermenin, çoğunlukla saldırganlığı teşvik edici görüldüğünü" dile getiren Waszczykowski; NATO'nun savunma ve caydırıcılık yeteneğinin, savunma imkân ve kabiliyetlerinin coğrafi dağılımına dayandığını vurgulamıştır. Yine Polonya Savunma Bakanı Antoni Macierewicz de Rusya'nın NATO'ya büyük tehdit yöneltmeye devam ettiğini; hatta Moskova'nın İttifak'a karşı sistematik bir şekilde saldırıya hazırlandığını ve bu durumun alenen konuşulmasının artık zamanının geldiğini açıklamıştır. Keza 2016'da Litvanya Askeri Strateji Belgesi'nde Rusya 'en büyük güvenlik tehdidi' ilan edilmiştir. Ne var ki ABD'nin önde gelen düşünce kuruluşlarının yayınladığı Rus işgali senaryolarına ve bu senaryo ihtimallerine ilişkin NATO Askeri Komitesi Başkanlığı'na atanan Çek Orgeneral Petr Pavel (mevcut Devlet Başkanı) ve diğer birçok üst düzey askeri yetkilinin dikkate çektiği hususlara rağmen NATO gereken zaman ve düzeyde tedbir almaktan yoksun kalmıştır. Özetle, 2024'teki Washington Zirvesi'ne istinaden gündeme gelen, Polonya'nın savunmasında en büyük gücü ve aynı zamanda zafiyeti olarak nitelenen "Suwalki Boşluğu"nun (namı diğer 'Suwalki Koridoru' ya da Punsk, Sejny ve Suwalki kentlerine dayandırılarak 'Suwalki Üçgeni') önemine binaen gerekli tedbirlerin alınması gerektiği neredeyse 10 yıldır Polonya ve Litvanya tarafından dillendirilen eski bir meseledir.
Üçüncüsü NATO'nun varlığını idame ettirmek için benimsediği teorik ve pratik yaklaşıma dairdir. Zira Sovyet tehdidinin görece ortadan kalktığı dönemde NATO, gerek teritoryal gerekse görev ve misyon kapsamında alan-dışılığa sürüklenmiştir. 1995'te Bosna ve 1999'da Kosova'ya askeri müdahalelerde bulunan NATO, 1990'lı yılların sonuna kadar büyük tartışmalara yol açan alan-dışılık sorununu; 1999 Washington Zirvesinde çözüme kavuşturmuştur. Zirvede kabul edilen "Yeni Stratejik Konsept" sayesinde artık NATO, hem 'ittifak toprakları' hem de 5. maddede tanımlanan 'görev alanı' dışında (non-article 5), hareket ve müdahale yetkisini haiz olmuştur. Geçen 20 küsur yıl içerisinde NATO, müdahale alanını; Afganistan, Irak, Pakistan, Yemen, Libya, Etiyopya, Sudan, Somali gibi İttifak'ın sınırlarının çok ötesine ve büyük bir coğrafi alana taşımakla kalmamış̧, misyon ve sorumluluk tanımının kapsamını da genişletmiştir. NATO, bir taraftan Aden Körfezi'nde Okyanus Kalkanı Harekatı kapsamında deniz haydutluğu ile mücadele ederken; diğer taraftan birçok ülkede terörle savaş, barışı sürdürme, istikrar sağlama faaliyetlerine bulunan bir yapıya evrilmiştir. Ne var ki, böylesine geniş̧ bir görev tanımı ve faaliyet sahasında hareket eden NATO, hem İttifak üyelerinin uzlaşmazlıkları hem savunma harcamalarının bindirdiği külfet nedeniyle zuhur eden kaygı ve tartışmalardan bir türlü kurtulamamıştır. Örneğin ABD'nin bitmek bilmeyen eleştiri ve ithamlarının ardından NATO devletleri, 2014 yılında Galler Zirvesi'nde alınan karar gereği GSYİH'nin yüzde 2'sini savunmaya ayıracakları taahhüdünde bulunmuştur. Ancak Rusya-Ukrayna Savaşı'na kadar neredeyse bu oranı doğru düzgün yakalayan olmamıştır. 2024'te ise bir anda 32 ülkeden 23'ü %2'lik oranı karşıladığını beyan etmiştir.
Özetle, NATO zamanın ruhuna ve çeşitlenen risk ve tehdit yelpazesine binaen farklı stratejik konseptler ilan etmiş ve buna uygun bir mekanizmayı benimsemiştir. Ne var ki, 2000'li yıllardan sonra giderek büyüyen NATO'nun, aynı düzeyde bir derinleşmeyi yakalayamadığı gözlemlenmiştir. Bu durum, NATO'nun alan-dışılığından finansman ve caydırıcılığına birçok alanda eleştirilmesine neden olmuştur. Hiç kuşkusuz, Rusya-Ukrayna Savaşı, NATO'yu Macron'un 2019'da iddia ettiği "beyin ölümü" sürecinden kurtarmış; tüm enerjisini ve kaynağını Rusya'yı alt etmeye adayan, küllerinden yeniden doğan bir ittifaka dönüştürmüştür. Mevcut muharebe sahasına bakıldığında ne Azak Denizi üzerinden Hazar'ı kapatmayı hedefleyen Rusya'nın pes etmeye ne de Rusya'yı adeta paralize etmeden barış masasını kurdurtmayacak bir ABD var. Kuşkusuz nasıl savaştığınız, nasıl barışacağınızı belirler ancak NATO'nun nasıl ve ne şekilde savaşacağının ABD seçimlerinden sonra daha bir netlik kazanacağı düşünülürse, NATO'nun teorik ve pratikte esas inandırıcılığının o zaman anlaşılacağını söylemek mümkündür.