2004 yılında Savunma Sanayii İcra Komitesi toplantısında çok kritik bir karar alınmıştı; artık Türkiye kendi savunma sanayiini öz imkan ve kabiliyetleriyle inşa edecekti. Açıkçası bu kararı alanların ve bu sistemleri kullanacak kuvvetlerin dahi sürecin seyrine dair haklı bir endişeleri vardı, fakat kararlıydılar. Ankara, on yılların verdiği tek kaynak bağımlılığından kurtulmak ve sınır ötesinde operasyonel esnekliğe kavuşmak istiyordu. Oysa Ankara'nın bu ideası ve çabası birçok kesim tarafından imkansız projelere adanmış lüzumsuz bir bütçe ve büyük bir zaman kaybı olarak görülüyordu. Bunun da ötesinde, bu tarz hamlelerin ABD gibi NATO müttefiklerini çok daha ofansif bir pozisyona iteceği ve Ankara'nın savunma sanayii açılımının siyasi, askeri ve ekonomik açıdan ağır bedellere yol açacağı kanaati hakimdi.
Evet doğru, son 20 yıla bakıldığında Türk savunma sanayii gelişirken yine birçok bedel ödendi. Ama başardık. Peki, başarıp başaramadığımızı nasıl ölçtük? Başarının birinci ölçütü, Türkiye'nin artık TSK'nın ihtiyaçlarının yüzde 70'ini yurt içinden karşılayabilmesidir; geriye kalan yüzde 30'luk dilim ise sofistike teknoloji ürünleridir. Bu durumun en somut yansıması, artık Türk askerinin kıtada yerli ve milli teknoloji ürünleri kullanabilmesi ve yine birçok kritik platformun önümüzdeki birkaç yıl içerisinde hizmete girecek olmasıdır. Burada parantez açıp, Türkiye'nin yurt içinden tedarik sürecinde bazılarını lisans altında yahut ortak üretim/teknoloji transferi modeli olarak ürettiğini ve müteakiben yüzde 100 yerlilik modeline geçtiği not düşülmelidir.
Başarının ikinci kıstası, Türk savunma ürünlerinin sergilediği performanstır. Ürünün tasarım ve test atışlarındaki performanstan daha önemlisi, gerçek muharebe ortamında denenmişliğidir. Türkiye, TSK'nın ihtiyaçlarını merkeze alan bir geliştirme ve üretim modeli benimsediği için tüm platformlar ve ürünler ilk önce TSK'nın envanterine girmekte ve gerçek muharebe meydanında ilgili harekât konsepti ve koşulları gereği muhtelif seviye testlere tabi kılınmaktadır. Bu anlamda Türk dronları, yurt içinde ve dışında sergiledikleri yüksek performansla taktik, operasyonel ve stratejik zaferlere imza atmaya devam etmektedirler.
Başarının üçüncü kriteri, Türk savunma sanayiinin artık ihtiyaç odaklı değil; geleceğin harekât ortamını şekillendirecek teknolojileri yakalayan ve yönlendiren vizyoner bir yaklaşım benimsemesidir. Bu bağlamda TSK vakıf şirketlerinin, 20-30 yıllık ufuk ötesi teknolojilerini üretme gayreti içerisinde öz imkan ve kaynaklarını kullanmak suretiyle inisiyatif alabilen bir yapıya kavuşma çabası sergiledikleri gözlemlenmektedir. Bu çabanın en somut tezahürlerinden bir tanesi Hürkuş olup; Hürjet'in doğuşuna vesile olmuştur. Keza Kızıl Elma, Anka-III, Aksungur, TSK'da doktriner değişime yol açacak öncü ürünlerdir. Bu hususta adı zikredilmesi gereken ürünlerden birisi, ASELSAN'ın geliştirdiği kamikaze insansız deniz aracı Albatros'tur. Yakın geçmişte yapılan testte Albatros Kamikaze İDA, 22 metrelik hedef gemiyi tam isabet alarak dakikalar içinde sulara gömmüştür. Ancak testin esas başarısı ASELSAN Genel Müdürü Ahmet Akyol'un sözlerinde saklıdır: "Dünyada ilk defa İDA-İHA (Albatros- Bayraktar TB2) müşterek operasyonunun altına imza attık. Türkiye, insansız hava ve deniz sistemlerinde teknolojiye yön veren bir seviyeye ulaşmıştır."
Ancak bu aşamada, teknoloji vizyonunun askeri sınırlara hapsedilmediğinin özellikle altı çizilmelidir. Bu nedenledir ki Milli Savunma Bakan Yardımcısı Dr. Celal Sami Tüfekçi, uzun yıllardır savunma sanayii açılımını "Milli Teknoloji Hamlesi" olarak nitelemekte ve açılımın askeri ve sivil amaçları bünyesinde barındıran multi-disipliner yönüne dikkatleri çekmektedir. Keza HAVELSAN Genel Müdürü Dr. Mehmet Akif Nacar'ın 2024 yılını "sivil havacılık ihracat yılı" ilan etmesi; örneğin şirketin dünyada ilk 3 arasına giren ADVENT Savaş Yönetim Sistemi gibi çözümlerin haricinde, EASA Level D sertifikası haiz simülatörlerini THY ve müteakiben Sun Express gibi sivil kullanıcıların hizmetine sokması mühimdir.
Başarının dördüncü kriteri; Türk savunma sanayiinin ortaya koyduğu potansiyeldir. Zira son 20 yılda geliştirilen, üretilen ve envantere kazandırılan her bir ürün Türkiye'nin entelektüel sermayesinin ve geldiği yetkinlik seviyesinin bir kanıtıdır. Eskiden "en iyisini Amerikalılar yapar", "bu parçayı mutlaka Almanlardan yahut Fransızlardan alalım", "biz Çinliler ile aşık atamayız", "Batılı ihracat devleri savunma pazara girmemize asla müsaade etmezler" sözlerini çok duyardık. Oysa şimdi savunma sanayiinde kendi mühendisine, teknisyenine, idarecisine, iş geliştirmecisine, pazarlamacasına güven duyan bir noktaya evrildik. Ankara'nın sağladığı siyasi motivasyon ve finansal destek, TSK vakıf şirketlerine özgüven aşılarken; bu özgüven proje skalasını ve performansını doğrudan etkiledi. Ürettikçe büyüyen, büyüdükçe devleşen şirketler doğdu. Örneğin TUSAŞ, 2005 yılında TAI'nin hisselerini Amerikalılardan satın aldığında 2000 civarı insan kaynağını zar zor istihdam eden bir seviyedeydi. O TUSAŞ bugün 17.000'den fazla kişiye ev sahipliği yapan; Türkiye'yi jet ligine taşıyan ve halihazırda ülkenin beşinci nesil uçağını geliştiren dev bir şirkete dönüştü. Yine hatırlayalım, 2000'li yılların hemen başında ROKETSAN kapısına kilit vurulma noktasına gelmişti. Bugün mühimmatlarıyla dünyaya gövde gösterisi yapan ROKETSAN, dünyanın ilk 100 savunma şirketi arasında. ROKETSAN Genel Müdürü Murat İkinci, Katar'daki DIMDEX fuarında verdiği demeçte şirketin hedefini şu cümlelerle özetlemişti: "Türkiye'nin stratejik caydırıcılığını perçinlerken; küresel pazarlara güçlü bir oyuncu olarak dahil olmayı başardık, hedefimiz daha da büyümek ve pazar payımızı genişletmek. Ancak ihracat odaklı büyürken, kazancımızı yine ekosistem altyapımımızı güçlendirmek için harcayağız. Biz sadece kendimize değil, dünyanın barış ve güvenliğine katkı sunma çabasındayız."
Başarının beşinci ve belki de en kritik ölçütü ise Türk savunma ve havacılık sanayiinde istikrarlı bir şekilde artış gösteren ihracat rakamlarıdır. Artık Türkiye, Batılı ülkelerin iştahını kabartan bir müşteri olmaktan çıkmış; savunma pazarının yükselen yıldızı konumuna gelmiştir. Geçen sene Türk savunma ve havacılık sanayii yaklaşık 6 milyar dolarlık bir ihracat rakamı gerçekleştirirken; sektörün 2024 yılının ilk 2 ayı içerisinde gerçekleştirdiği ihracat, bir önceki yılın ilk 2 ayına göre yüzde 11.8 artış ile 632.7 milyon doları bulmuştur. Geçen senenin savunma ve havacılık ihracat şampiyonu Baykar, küresel insansız hava aracı pazarında ikinciliği zorlarken; yüzde 70'ini ihracattan elde ettiği gelirin büyük kısmını Ar-Ge'ye aktarmaktadır. Listenin ikinci sırasında, insanlı ve insansız platformlarını gözyüzüyle buluşturan TUSAŞ yer alırken; üçüncü sıranın ilgi çeken şirketi MKE ise ihracat trendiyle büyük bir potansiyel sergilemektedir. Örneğin halihazırda TSK'nın envanterinde bulunan MKE ürünü BORAN Obüsleri, Türkiye'nin ilk ağır silah ihracatı ve Cumhuriyet tarihinin ilk OBÜS satışı olarak yakın gelecekte Bangladeş Silahlı Kuvvetleri'ne teslim edilecektir.
Nitekim 4-6 Mart tarihleri arasında gerçekleşen Doha Uluslararası Denizcilik Savunma Fuarı'na (DIMDEX) 40 firmayla katılım gösteren Türk savunma sanayii, fuardan eli boş dönmemiş, yine yüz milyon dolarlık sözleşmelere imza atmıştır. Ancak Türkiye'nin bu anlaşmalara diğer birçok silah ihracatçısı ülke gibi salt bir gelir kalemi olarak bakmadığını; aksine Katar gibi dost ve müttefik ülkelerin güvenlik mimarisinin inşasına katkı sunmayı hedeflediğinin altı çizilmelidir. Daha açık bir tabirle Türkiye, diğer birçok küresel silah ihracatçısı ülke gibi "sat ve bağımlı kıl" değil; "karşılıklı bağlılık" prensibiyle hareket etmekte, savunma sanayiinde adil ve etik bir duruş benimsemektedir.