Cumhurbaşkanın doğrudan halkoyuyla belirleneceği ilk seçimlere yaklaşık üç ay kaldı. Seçim öncesi, son dönemde Türkiye siyasetinde sıklıkla karşılaştığımız manzara bir kez daha tekrarlanıyor. Kimin aday olacağı başta olmak üzere seçimlere ilişkin neredeyse tüm gündemi iktidar partisi belirliyor. Buna karşılık, muhalefet partilerinin ise iktidarın bu konudaki tercihlerine göre kendi pozisyonlarını şekillendirmeye çalıştıkları anlaşılıyor. Bu bağlamda, muhalefet partilerinin ister tek tek isterlerse birlikte hareket etsinler adaylarını açıklamak için iktidar partisinin aynı yöndeki kararını bekleyecekleri anlaşılıyor. Aynı süreçte, muhalefetin "ortak aday" çıkarma yönündeki arayışlarının arttığı görülüyor. Son on yılda tek başlarına yüzde otuz barajını geçemeyen muhalefet partilerinin bu ön ittifak girişimleri, içine kapandıkları dar parantezden çıkış arayışlarının sonucu olarak görülebilir.
Seçimlerin iki turlu yapılacak olması ise gerek aday belirleme gerekse ittifak arayışlarına girme açısından muhalefetin işini iyiden iyiye zorlaştırıyor. Zira farklı kesimlere hitap edecek bir aday belirleyip ikinci tura bu ismin kalmasını sağlama düşüncesi, muhalefet partilerinde kendi adaylarının seçilebileceği umudunu doğuruyor. Dolayısıyla her partinin diğerinden oy devşirerek kendi adayını seçtirebileceğini düşünmesi, muhtemel bir ittifakın sanıldığından çok daha zor olacağını gösteriyor.
Öte yandan ortak aday gösterme girişiminin en baştan itibaren başka bir dizi sorun daha ürettiği görülüyor. Her şeyden önce, ideolojik perspektifleri birbirlerinin oldukça uzağına düşen muhalefet partilerinin üzerinde mutabakat sağlayacakları bir isim bulmaları hiç de kolay değil. Nitekim muhalefet sözcüleri tarafından dile getirilmeye başlanan adayın "siyaset yapmamış olması" kriteri bu sorundan çıkış noktası olarak değerlendirilebilir. Dolayısıyla her kesime hitap edebilecek, ancak son dönemdeki siyasal tartışmaların uzağında kalabilmiş bir isim arandığı anlaşılıyor. Ama bu arayış, aslında siyasetin doğasına ters olduğu için belirli bir noktada düğümleniyor ve farklı paradokslar üretiyor.
Bu noktada, öncelikle, halkın oylarıyla seçilecek cumhurbaşkanının "siyaset dışı/üstü" bir isim olmasının siyasetin doğasıyla bağdaşmadığı söylenebilir. Özellikle toplumun oldukça politize bir görünüm çizdiği göz önünde bulundurulduğunda "apolitik" bir adayın ne kadar doğru bir tercih olduğu tartışmalıdır. Siyasetin itibarının yeniden yükseldiği bir dönemde, cumhurbaşkanı adayının belirgin bir siyasal duruşunun olmasının olumsuzlanması aslında anakronik bir duruma işaret ediyor. Bunun yanında daha önce siyaset yapmayan bir kişinin siyasal destek alabilmek için iktidar karşıtı olmak dışında ne tür argümanlar üretebileceği ve halktan ne şekilde oy isteyeceği belirsizliğini koruyor.
Seçmenlerden doğrudan destek almaya çalışacak bir adayın, carî siyasal tartışmaların uzağında kalması çok kolay gerçekleşebilecek bir durum değil. En başta ortaya konulacak seçim vaatlerinden, görev süresince sergilenecek performansın ana hatlarına dek uzanan tüm icraatlar kaçınılmaz şekilde siyasal bir içerik taşıyor. Bunun yanında, söz konusu arayışlar, bir bakıma, cumhurbaşkanlığının siyaset üzerindeki vesayet kurumlarından biri görünümünde olduğu dönemlere gönderme yapıyor. On yılı aşkın süredir sorunlarını siyasetle çözme çabası gösteren Türkiye'nin, eski vesayet kurumlarının ihyasına ihtiyacı olmadığı açık. Değişik dönemlerde, hükümetlerin karşısına rejimin vesayet unsurlarından biri olarak çıkan cumhurbaşkanlığının mevcut koşullar altında aynı işleve sahip olmaması, demokrasinin kurumsallaşması açısından zorunluluk taşıyor. Bu bakımdan, muhalefetin, eski vesayet anlayışının başlıca taşıyıcısı durumunda olan emekli asker ya da yargı bürokrasisi kökenli isimlerin doğru tercihler olmadığını görmesi, toplumsal dinamiklerin doğru okunması bakımından önem taşıyor.
Tüm bunlara ek olarak cumhurbaşkanının halk tarafından seçileceği göz önüne bulundurulduğunda, seçilecek ismin yeni Türkiye'nin koordinatlarının belirlenmesinde daha fazla inisiyatif kullanması gerektiği söylenebilir. Uzun dönemler boyunca "sembolik" bir makam olarak görülen cumhurbaşkanlığının, halk tarafından doğrudan seçim usulünün getirilmesiyle birlikte daha işlevsel bir görünüm taşıması kaçınılmaz bir sonuç. Daha açık bir ifadeyle, cumhurbaşkanının sahip olduğu yetkileri kullanarak ülke siyasetinde daha etkili bir görünüm sergilemesi hakkı olduğu gibi kendisine oy veren seçmenlere karşı bir yükümlülüğü durumuna da gelecek.
Siyasetçilerin bizatihi kendilerinin, siyaseti, korkulması veya kaçınılması gereken bir faaliyet olarak görmeleri, ilginç ve muhtemelen Türkiye'ye özgü bir durum. Kadınlardan gençlere, aydınlardan öğrencilere, pek çok toplumsal kesime "siyaset yapma" çağrıları sıklıkla dile getirilirken cumhurbaşkanının bu zeminin uzağında kalmasının istenmesi anlamlı ve gerçekçi bir yaklaşım değil.
Başlıktaki hatırlatmayla bitirelim: Cumhurbaşkanlığı, siyasal bir kurumdur ve bu makama seçilen kişi, kaçınılmaz bir şekilde siyasetin en önemli parçalarından biri olacaktır.