Varlığı ve politikaları itibarıyla Ortadoğu'da barışın önündeki en büyük engel konumundaki İsrail, geçtiğimiz mübarek Ramazan ayının son günlerinde Kudüs ve Gazze özelinde Filistinlilere yeniden saldırdı. Hedef gözetmeksizin onbir gün boyunca devam eden kanlı saldırılar nedeniyle, sadece tespit edilebildiği kadarıyla 66'sı çocuk ve 39'u kadın olmak üzere toplam 254 kişi hayatını kaybetti ve 2 bine yakın kişi yaralandı. Türkiye'nin öncülüğünü yaptığı bir grup cesur ülke, hiç tereddüt etmeden İsrail zulmüne karşı seslerini yükseltip harekete geçti. Buna karşın mevzubahis insan hakları olduğunda hemen ön saflarda kendilerine yer edinen Avrupa, bu süreçte adeta kuzuların sessizliğini oynadı ve İsrail zulmüne karşı söylem düzeyinde bile ortak tavır sergileyemedi.
İsrail'in Filistinlilere yönelik uyguladığı son sistematik saldırılara dair Avrupa ülkelerinin ya sessiz kalarak yaşananları görmezden geldiklerine ya da hiç çekinmeden İsrail'e arka çıktılarına şahit olduk. Örneğin Avrupa'da Yahudi nüfusun yoğun olduğu ülkelerden Fransa'nın Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile yaptığı görüşmede, bölgedeki gerilimden Hamas'ı sorumlu tuttu. Macron, bununla da yetinmeyerek İsrail'in meşru müdafaa hakkına sahip olduğunu iddia etti. İsrail zulmünü görmezden gelen bu çarpıtılmış mantık dışı ifadeler, Fransa'nın İsrail'e verdiği desteği en açık şekilde ortaya koymaktadır. Saldırıları başlatan taraf İsrail olmasına rağmen, bunun kasıtlı şekilde çarpıtılması ve çatışmaların sorumlusu olarak Filistin'in gösterilmesi en hafif tabirle trajikomik bir durumdur.
Macron'a benzer şekilde Almanya Başbakanı Angela Merkel, günlerdir İsrail saldırıları ile karşı karşıya gelen Gazze'deki gelişmeleri değerlendirirken çekinmeden "İsrail'in kendisini savunma hakkı" olduğunu ifade etti. Merkel bunu bir adım öteye taşıyarak ülkesinin İsrail'le dayanışma içinde olduğunu söyledi. Yani on bir gün boyunca katledilen Filistinlilerle dayanışma içinde olmak yerine bu katliamları gerçekleştiren İsrail'le dayanışma içinde olmayı tercih etti. Almanya'nın bu zulmü görmezden gelmesinin ardında hiç şüphesiz İkinci Dünya Savaşı sırasında bu ülkede Yahudilere uygulanan soykırım gerçeği bulunuyor. Zira bu tarihi gerçeklik Alman siyasetinde ve toplumunda fevkalade hassas bir konu olduğu için İsrail'le ilişkileri olumsuz etkileyebilecek adım atmaktan dikkatle geri duruluyor. Ancak bu durum Filistinlilere karşı yürütülen zulmün görmezden gelinmesi için hiçbir şekilde mazur görülemez.
Avrupa'nın bir diğer etkili ülkesi İngiltere bu süreçte sözde her iki tarafa eşit mesafede durarak tarafsız bir konumda olduğuna dair zayıf imaj çizdi. Konuyla ilgili Başbakan Boris Johnson, Doğu Kudüs ve Gazze'de yaşanan son İsrail saldırılarının ardından, sadece her iki tarafa itidal çağrısı yapmakla ve gerilimin düşürülmesini istediklerini söylemekle yetindi. Avrupalı mevkidaşları gibi bölgedeki tüm gerilimin sorumlusu İsrail'in zulmünü görmezden gelen bu yaklaşım aslında en çok İsrail'i mutlu etti. Bu arada bölgedeki "İsrail meselesi"nin baş mimarının İngiltere olduğunu gözden kaçırmamak gerekiyor. Zira Filistin'de bir Yahudi devletinin (yani İsrail'in) kurulması amacıyla ilk adım 1917'de dönemin İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur Balfour öncülüğünde atılmıştı. Meşhur Balfour Deklarasyonu ile zemini hazırlanan siyasi süreç 1948'de İsrail'in resmen kurulmasıyla sonuçlandı. Aradan geçen süre zarfında İsrail'in siyasi hamiliğini ABD üstlenmiş olsa da İngiltere'nin, bölgedeki asırlık sorunun fitilini ateşleyen bu geri dönüşü imkansız hatası uluslararası toplum nezdinde hiçbir zaman unutulmadı.
Ortadoğu barış sürecine aracılık etme amacıyla 2002'de ABD, Rusya ve Birleşmiş Milletler ile birlikte gayriresmi Ortadoğu Dörtlüsü'ne öncülük eden Avrupa Birliği de beklendiği gibi bu süreçte hiçbir sorumluluk üstlenmedi ya da üstlenemedi. Uluslararası siyasete dair özellikle sert güce dayalı konular gündeme geldiğinde oldukça etkisiz kalan Avrupa Birliği on bir gün boyunca Filistin'de yaşananları da izlemekle yetindi. Bunun yanı sıra yukarıda görüldüğü üzere Birliğin kurucu ülkelerinden Alman ve Fransız liderleri açıkça İsrail zulmüne destek çıkan beyanatlarda bulundular. Daha da önemlisi Birliğin bu sorunu çözebilecek kapasiteden uzak olduğu bizzat Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell'in şu açıklamasıyla teyit edildi: "Avrupa Birliği bu sorunu çözebilecek kapasitede değil. Bunu yapabilecek tek aktör ABD". Bunun yanı sıra Komisyon Başkanı Ursula von der Leyen, üye ülkelerden Almanya ve Fransa liderlerinin açıklamalarını tekrar ederek Hamas tarafından İsrail'e yapılan karşı saldırıları kınadığını ifade etti. Böylece Leyen de Filistinlileri hedef göstererek İsrail zulmünü kasıtlı şekilde görmezden geldi.
Aralarında Belçika, Finlandiya, İrlanda, Lüksemburg ve Malta'nın bulunduğu bir grup Avrupa ülkesi ise üyesi oldukları Avrupa Birliği'nin Filistinlilere daha fazla destek vermesi gerektiği yönünde açıklamalar yaparak kısmen bir ayrıksı bir tutum sergilediler. Ancak bu ülkelerin İsrail üzerinde baskı yaratabilecek güçten yoksun olmaları ve Filistin'e yönelik desteklerinin söylemden öteye geçememesi dikkate alınırsa, bu açıklamaların sahada somut bir karşılığının olmadığını söyleyebiliriz.
Sonuç olarak bu kısa değerlendirme yazısında ele alınan örnekler bile demokrasinin ve insan haklarının beşiği (!) Avrupa'nın söz konusu İsrail zulmü olduğunda genel olarak nasıl bir ikiyüzlülük sergilediklerini ortaya koymakta fazlasıyla yeterli.