Osmanlı Devleti'nin son yüzyılını araştıran tarihçilerin, güncel meselelerin ulusal ya da uluslararası siyasette çok benzerlerine rastlamaları nadirattan değildir. Propaganda savaşlarından bir örnekle durumu somutlaştırabiliriz. Damat Mahmut Paşa, 1900 yılının Ocak ayında Sultan II.Abdülhamid'e muhalefet etmek amacıyla Fransız Le Matin gazetesine verdiği demeçte "Evet, ülkemden kaçtığım doğrudur.Zira, bütün bir Osmanlı Devleti hapishane gibi. Abdülhamid, Sultan V.Murat'tan İstanbul ulemasının en düşük rütbeli üyelerine kadar hepimizi mahpus tutuyor" demiş ve Londra'dan Standard'a II. Abdülhamid'in "Müslüman ve Hristiyan binlerce insanı yok ettiği"ni söylemişti. Gezi Parkı eylemlerinin meşhur aktörlerinden Mehmet Ali Alabora ise 2014 yılı Mayıs ayında Londra'da katıldığı bir panelde Türkiye'de özgürlüklerin kısıtlanmasından bahsederken "Her şey yasak.
Sokakta yürümek yasak. Sağa bakmak yasak. Sola bakmak yasak. Konuşmak yasak. Düşünceni ifade etmek yasak. Hele yazmak, çizmek, bir basın organında yaymak, bu yasak" derken Damat Mahmut Paşa'nın 100 küsür sene evvel yürüttüğü propaganda savaşı ve iktidar mücadelesinin güncel bir versiyonunu sahneliyordu.
Şüphesiz, ülke içinde yürütülen propaganda savaşı ve iktidar mücadelesinin uluslararası boyut kazanması yeni bir olgu değil. Bu nevi siyasi muhalefetlerin anlaşılabilir dinamikleri var. Ancak son yıllarda gerek yurtiçi gerekse yurtdışında yaşayan Türkiyeli akademisyen, sanatçı ve entelektüel bir kesimin giderek kronikleşen ve makul eleştiri düzeyini aşarak siyasi aktörlük sınırına dayanan yaklaşımlarıyla karşı karşıyayız. Eleştirilerin hükümet karşıtlığından devlet karşıtlığına vardığı farkedilemiyor. Uluslararası yayın organlarında hükümet eleştirisinden geriye bir çeşit Türkiye eleştirisi tortusu kaldığı hesap edilmiyor. Bu ise giderek ciddileşen bir sorun ve iktidarını devam ettirmesi beklenen AK Parti'nin bu sorunla bir şekilde yüzleşmesi gerekiyor.
Uzmanlık sorunu
Değişen ve çoğulculaşan Türkiye siyasetinde artık her kesimin ağırlığını hissetmek mümkün. Anlama ve açıklama yetisi gelişkin akademisyen ve entelektüellerin bu alana katkısının daha büyük olması beklenir. Ancak bunun için bilgi, görgü ve yöntemsel kabiliyetlerini birer siyasi aktör olarak değil, mesleğin kazandırdığı meziyetlerle yapmaları beklenir. (Fikir insanı olarak akademisyen ve entelektüeller, sanatçılardan ayrı değerlendirilmelidir. Zira sanatsal üretinin kendine mahsus yeganeliği ve elitizmi üzerinden üretilen otoritenin güncel siyasi boyuta taşınmasının ayrıca irdelenmesi gereken sıkıntıları var.) Bu kesimin sürekli siyasi görüş beyan eder hale gelmesi elbette bir tercih meselesi. Lakin uzmanlık alanlarının sıhhati açısından her zaman olumlu değil.
Siyasi eleştiri en ibtidaisinden en sofistikesine doğru geniş bir skalada yapılabilirken, mezkur kesimin siyasete dahli iki şekilde gerçekleşiyor: Ya doğrudan siyasi gündem içine girerek ya da uzmanlaşılan konunun siyasi gündemle irtibatı kurularak. Bu ikinci yaklaşımın anlamlı katkı sunması mümkün. Fakat orada da "bugün kaygısı"nın ağır basma ve fikri, ikna edici bir nesnellikten uzaklaştırma ihtimali var. Akademik dilin arkasına saklanıp mutlak gerçeklik adına konuşarak güncel siyasete dahil olmak başlı başına etik bir sorundur. Alan için en büyük iki risk ise ideolojik körlük girdabına sürüklenmek ve sürekli eleştirmenin bereketsiz kısırlığına düçar olmaktır. Herşey ince bir çizgi etrafında dönerken, akademisyen ve entelektüele vicdan ve ahlak çerçevesinden bakmaya çalışmak düşüyor.