Hatırlama ve hatırlatma edimleri düne, bugüne ve yarına ilişkindir. Bireysel ya da kolektif şuurla ilgili olması fark etmez; siyasi ve toplumsal algı üzerinde etkilidir. Büyük zaferlerin yıl dönümleri, anıtlar ve milli kutlamalar nasıl devletleşebilmiş iktidarların hafıza siyaseti uyarınca ortaya konan ve toplumsallaştırılan semboller haline gelebiliyorsa, benzer şekilde, büyük acı ve hüzünler de böylesi sembolik işlevler üstlenebiliyor. Büyük acılar, bilinç ve kimlik inşasında büyük kahramanlıkların yerini tutabiliyor.
Bir acıyı hatırlamaktan ve hatırlatmaktan maksat mağduriyetin duyurulmasıdır. Hayırhah bir okuma, asıl gayenin bu acılardan habersiz kesimlerin bilgilendirilmesi ve mağdurun içinde biriktirdiklerini 'kusmasını' sağlayıp onun sıhhatli bir ruh haline doğru evrilmesini öngörür. Böylece hem mağdur ile empati kurabilecek geniş kitlelerin oluşması sağlanmış hem de mağdurun sırtında taşıdığı yüklerden itiraf vesilesiyle arınması temin edilmiş olur. Ayrıca zulme tepki gösterilmesi ve duyurulması, başka zulümlerin oluşmasını da engelleyebilir. O halde acıyı 'neden' hatırlamak gerektiğinin makul bir cevabı olduğunu düşünebiliriz.
Bilinçli hatırlatma edimlerinin tüm toplumsal- kültürel bağlamlar için aynı olup olmadığı sorusu, hatırlatmanın 'nasıl'ı hakkında akla gelebilecek anlamlı bir sorudur. Sinema filmleri, romanlar ve sair araçlarla geçmişin acılarının daha geniş kitlelere ulaştırılması, bazı imkan ve açmazları da bünyesinde taşır. Başlıca imkan, empati kurulmasını kolaylaştırmaktır. Ancak bu tür eserlerde, estetik nitelik arayışını bir tarafa bırakacak olursak, gerçeklik tüm samimiyetiyle ortaya konulup yaşanmış mağduriyetler yansıtılırken, tercihlerin sürekli benzer konular etrafında dönerek klik ve klişeler üretilmesi ve siyah-beyaz karşıtlığı içinde kurulan sterotiplerin oluşması, mağdur kimliğin sıhhatini daha kazanmadan kaybetmesine neden olabilir. Ayrıca mağduriyetin sergilenmesi, yaşanan menfi tecrübeyi homojenleştirip siyasi ve toplumsal bir bilinç üretirken, 'ötekileştirilenin ötekileştirmesi' ihtimalini de taşır.
Kimliklerin gettolaşması
Mağdur olanın mağdur edenden hesap sorması belli kurallar dahilinde adalete hizmet eder. Ancak siyasi konjonktürün etkisiyle bu hesap sormanın başka şiddet biçimleri doğurabileceğini de hesaba katmak gerekir. Holokost'a dair yüzlerce filme ve bünyesinde Holokost mağduru çok sayıda insanı barındırmasına rağmen, bunun, İsrail devletinin yeni gaddarlıklar üretmesine mani olmadığını akılda tutmak gerekir.
Benzer bir tehlike, toplumsal travmatik tecrübeyi kimliklerinin merkezine taşımakta ısrar eden tüm toplumsal kesimler için eşit derecede geçerlidir.
Oysaki yaşanan acı tecrübenin sistemli hatırlatmalarla kutsanmaması, kimlikleri yaralanma tehlikesinden uzaklaştırır. Kimliğin, acı üzerinden gettolaşmasına mani olur. Büyük acıların, kolayca milliyetçi söylemin dayanaklarından biri haline gelebileceği göz önünde bulundurulmalıdır.
Kimlikler, acı ve travmanın ısrarla hatırlanması üzerinden kurgulandığında tepkisel kalabilir. Özgüvenli ve kurucu aktör bakışı için tepkiselliğin ötesinde bir yaklaşım herkesin hayrınadır.
Hiç acı yaşanmamış gibi davranmak ve çekilen çileyi görmezden gelmek toplumun geneli için sıhhati değildir. Nihayetinde muhatabı anlayabilmek için onun geçmişini bilmek, onunla hemhal olmak ve kendiyle yüzleşmesine şahitlik etmek elzemdir. Dolayısıyla konu acıyı hatırlatmaksa, eşlik etmesi gereken diğer bir soru 'nereye kadar' olmalıdır. Bu sorunun bir cevabı, mağduriyetlerin birincil muhataplarının ve onlarla aynı zamanı paylaşan diğer vatandaşların nesilleriyle sınırlı tutulması şeklinde verilebilir. Çünkü menfi hadiseleri sistemli olarak hatırlatmak, topluma yararı olduğu müddetçe gerekli ya da anlamlıdır.